Günümüzde Limited Şirket kurulması, kolay yönetilmesi ve özellikle borçlardan ötürü şirket malvarlığı ve sermaye ile sınırlı sorumluluk nedeniyle son derece yaygındır.
Peki aynı sınırlı sorumluluk, vergi başta kamu alacakları için de geçerli midir?
Yazımızla, ana hatları ile limited şirket ortaklarının vergi borçlarından sorumluluk esaslarını değerlendireceğiz.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Vergi Borcundan Kimler Sorumludur?
2. Temsilcilerin Sorumluluğu
3. Ortakların Sorumluluğu
4. Şirketten Sonra Doğrudan Ortağa Başvurulabilir mi?
I) Vergi Borcundan Kimler Sorumludur?
Limited şirkette kamu/vergi borçlarından sırayla;
Şirketin kendisi,
İkincil olarak sorumlu müdürler ve şirkette pay sahibi olan ortaklar,
Sorumludur.
Ticaret şirketleri tüzel kişiliği olan yapılardır. Bu şirketler sicile tescille tüzel kişilik kazanırlar. Dolayısıyla hak ehliyetine ve dava ehliyetine sahiptirler. Bu nedenle ne olursa olsun şirket borçlarından ötürü birincil/asli sorumluluk şirketin kendisine aittir. Temsilcilerin ve ortakların sorumluluğu ise ikincil/feridir.
II) Temsilcilerin Sorumluluğu
Limited şirket temsilcilerinin sorumluluk esasları, 6183 sayılı AATUHK mükerrer madde 35 ile düzenlenmiştir. Hükme göre;
Tüzel kişilerin mal varlığından tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan kamu alacakları, kanuni temsilcilerin şahsi mal varlıklarından tahsil edilir.
Tüzel kişilerin tasfiye haline girmiş veya tasfiye edilmiş olmaları, kanuni temsilcilerin tasfiyeye giriş tarihinden önceki zamanlara ait sorumluluklarını kaldırmaz.
Temsilciler, teşekkülü idare edenler veya mümessiller ödedikleri tutarlar için asıl kamu borçlusuna rücu edebilirler.
Düzenlemesi mevcut olup temsilci yani şirket müdürlerinin sorumluluk esasları belirlenmiştir.
III) Ortakların Sorumluluğu
Şirketin vergi borçlarından ötürü ortakların sorumluluğun genel esasları, 6183 sayılı AATUHK madde 35 içerisinde düzenlidir. Buna göre;
Limited şirket ortakları, şirketten tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan kamu alacağından sermaye hisseleri oranında doğrudan doğruya sorumlu olurlar ve takibe tabi tutulurlar.
Ortağın şirketteki sermaye payını devretmesi halinde, payı devreden ve devralan şahıslar devir öncesine ait kamu alacaklarının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulur.
Kamu alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda pay sahiplerinin farklı şahıslar olmaları halinde bu şahıslar, kamu alacağının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulur.
Özetle meblağ olarak şirket payı oranında sorumlu ancak şahsi malvarlığı ile de bu borcun ödenmesi gereklidir. Ayrıca devir yapılsa dahi tahakkuk eden vergi borcu mükellefi olan devreden ortağı takip etmektedir.
Yani iş kamu alacağına gelince, sermaye şirketi olması sadece meblağ yönüyle bir kalkan/sınır olmaktan ibarettir. 6102 sayılı TTK 573/2; “Ortaklar, şirket borçlarından sorumlu olmayıp, sadece taahhüt ettikleri esas sermaye paylarını ödemekle ve şirket sözleşmesinde öngörülen ek ödeme ve yan edim yükümlülüklerini yerine getirmekle yükümlüdürler” düzenlemesi, vergi yükümlülükleri yönüyle sadece meblağ sınırı koymaktadır. Bunun gerekçesini yasa koyucu aynen şu şekilde; “..limited şirketlerin, kuruluşundaki kolaylık nedeniyle vergi sisteminde yer alan bazı müesseselerden haksız kazanç temin etmek için sahte veya özü itibarıyla yanıltıcı belge düzenlemek gibi amaçlarla da kurulabilmesi nedeniyle…” diyerek açıklamaktadır.
Bu noktada ayrıca ortağın kusuruna da bakılmamaktadır. Dolayısıyla bir ortağın yönetimden veya borçlardan haberim yok şeklinde savunma yapması imkan dışıdır. Ayrıca düzenlemeye göre amiyane tabirle “ben payımı borcuyla alacağıyla devrettim” denilmesi şansı da yoktur. Eski dönemde yukarıda yer verilen 6183 sayılı yasa madde 35 hükmü bulunmadığından, bu düzenlemeden önceki döneme yani bu konuda açık bir hüküm bulunmayan zamanlara ait Danıştay kararları (devrin borcu da kapsamasından ötürü devredenin vergi borcundan sorumlu tutulamayacağı) ile internette karşılaşıldığında dikkat edilmelidir.
IV) Şirketten Sonra Doğrudan Ortağa Başvurulabilir mi?
Tasfiyesi yapılan şirketler açısından ise ek bir özel düzenleme mevcuttur; 213 sayılı VUK madde 10. Buna göre;
Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların, Vakıflar ve cemaatlar gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mükellef veya vergi sorumlusu olmaları halinde bunlara düşen ödevler kanuni temsilcileri, tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa bunların temsilcileri tarafından yerine getirilir.
Yukarıda yazılı olanların bu ödevleri yerine getirmemeleri yüzünden mükelleflerin veya vergi sorumlularının varlığından tamamen veya kısmen alınamayan vergi ve buna bağlı alacaklar, kanuni ödevleri yerine getirmeyenlerin varlıklarından alınır. Bu hüküm Türkiye’de bulunmayan mükelleflerin Türkiye’deki temsilcileri hakkında da uygulanır.
Temsilciler veya teşekkülü idare edenler bu suretle ödedikleri vergiler için asıl mükelleflere rücu edebilirler.
Burada şirketten sonra şirket ortağına başvurmadan evvel şirketi temsil edenlere yani müdürlere başvurulması gerektiği savunması teorik olarak akla gelebilir. Zira bu durumda şirketten sonra doğrudan ortaklara gidilemeyip önce müdürlere müracaat edilmesi gerektiği doktrinde uzun süre savunulmuş ve halen bu yönde görüşler vardır.
Ancak Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu 2013/1 E 2018/1 K sayılı kararda; şirketten sonra doğrudan ortağa gidilebilir şeklinde içtihat birleştirmiştir. Anılan kararın gerekçesinde; “Limited şirket tüzel kişiliğinden tahsil edilemeyen veya edilemeyeceği anlaşılan vergi borcunun takip ve tahsiline ilişkin olarak 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nda ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’da, kanuni temsilci ile ortak arasında bir öncelik sıralaması bulunmadığından, limited şirketin vergi borcunun tahsilinde ortağın takibine başlanabilmesi için kanuni temsilcinin takibinin gerekli olmadığı açıktır.” Denilerek konu nihayete erdirilmiştir. Bu karar, 2575 sayılı Danıştay Kanunu madde 40 gereği tüm idari yargı organları yönüyle bağlayıcıdır.
Yani vergi borcunu ödemeyen şirketin ortağına tahakkuk ettirilen vergi yasaldır. Ancak burada bazı sorunlar baş gösterebileceğinden; örneğin
ortaklık dönemine ait borç yoksa tüm borç mu tahakkuk ettirilmiştir?
pay devri öncesi ve sonrasına tam olarak riayet edilmiş midir?
sermaye miktarı aşılmış mıdır, şirketten tahsil edilen vergi borçları düzgün biçimde mahsup edilmiş midi?
Bunlara bakılmalı ve hata durumunda itiraz edilmelidir.
Burada vergi tahakkuk ettirildikten sonra vergi mahkemesine itiraz süresinin 15 gün olduğu unutulmamalıdır.
*Ekonomik hakları doğrudan ilgilendiren vergi uyuşmazlıklarında hak kaybı yaşanmaması adına avukat tarafından takibi önem taşımaktadır.
**Danıştay kararları için; https://karararama.danıştay.gov.tr
Konuyla az çok ilgilenenler tarafından muhtemelen 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK) düzenlemelerine göre yasanın bilinmemesi mazeret değildir[1] şeklinde cevap verileceği bir soru olsa da; gerçekten suç olduğunu bilmediğiniz bir eylemi gerçekleştirdiğinizde cezalandırılmanız adil midir?
Yasal düzenlemeye bakıldığında, bu gibi mazeretlerin dinlenmeyeceğini ileri sürmek bir yönüyle doğrudur, ancak eksiktir. Çünkü her şeyden evvel ceza kanunları ile yaptırıma müstehak görülen haller; tipe uygun, kusurlu ve hukuka aykırı eylemler üzerine inşa edilmiştir. Bu anlamda sorumlulukta asıl prensip kusurun varlığıdır. Kusurun yasada açık bir tanımı yoktur, ancak bu konuda doktrinde; işlenen fiil nedeniyle kişideki iradenin oluşum şartlarının tespiti ve bu tespite istinaden gerçekleştirdiği eylem dolayısıyla failin şahsen cezalandırılması gerekip gerekmediği hususundaki değer yargısı[2], fiilin isnat kabiliyeti bulunan bir kimse tarafından bilerek ve isteyerek ve fakat en azından bilerek yapılması[3] türünden açıklamalar getirilmektedir. Buna göre bir kişinin eyleminden ötürü ceza sorumluluğuna gidilmesi ve yaptırıma maruz kalması için kusurlu olması şarttır.
Esasında ceza sorumluluğunun kast yani bilme ve isteme[4] üzerine kurulduğu bir sistemde, aksi ihtimal söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla, her ne kadar kural olarak ceza yasalarının bilinmemesi genel anlamda mazeret olarak ileri sürülemeyecekse de, kuralın tavizsiz biçimde uygulanması halinde bu kez kusura dair temel prensiplerle bu tutumun bağdaşmayacağı açık ve nettir. Bu noktada kastın suçun hareket unsuruna dönük olduğu ve iradi biçimde eylemde bulunma halinde sonuçlarına katlanılacağı itirazları da yerinde değildir. Zira günümüzde egemen olan “fiilin sübjektifliği” ilkesi[5], kişilerin sadece eylem üzerindeki bilme ve istemesiyle yetinilemeyeceği, ek olarak dış dünyada meydana gelen bu değişikliğin fail tarafından nedenselliğin de ötesinde psikolojik/içsel anlamda da istenmesi gerektiğini savunmaktadır.
Ayrım neden önemlidir; günümüzde gelişen sosyal ve ekonomik hayata yani değişen dünyaya bağlı olarak sürekli yeni suç tipleri oluşturulmaktadır. Bu anlamda doğal suçlar yani insanın doğası gereği gerçekleştirildiği durumda yaptırımı haklı kılan suçlardan ziyade[6] artık teknik suçların sayısı fazlalaşmaktadır. Kaldı ki yasa yapma tekniği açısından son derece sakıncalı olan “torba yasa” uygulamaları, bu yasaların zaman bakımından uygulama ve yürürlük tarihleri ile ilgili ek maddelerle sebep olunan karışıklık, Anayasa Mahkemesinin mahkemelerin yasanın yürürlük tarihinden çok sonra yapmış oldukları olay özelindeki somut norm denetimi başvurularının sıradan insanlar tarafından takip edilebilirliğinin bulunmaması gibi ülkemize özel durumlar; toplumda yaşayan bireyler bir yana uygulayıcıların dahi yasaları takibinde büyük bir sorun oluşturmaktadır. Bununla birlikte yasanın yaratılma gerekçeleri yönüyle oluşan teorik alt yapıdan yoksunluk ve toplum barışına ne gibi katkı sağlayacağına dair anlaşılamama dikkate alındığında; yasaları bilmemenin mazeret olmadığının çok da mutlak bir buyruk olmaması gerektiği açıktır.
Yasayı bilmemek mazeret sayılmaz kuralı, başlangıçta yasaların herkes tarafından bilindiği şeklindeki varsayıma dayandırılmakla birlikte, günümüz koşullarında toplum yapısının giderek karmaşıklaşması, suç teşkil eden eylemlerin artık sadece reel dünyada değil sanal dünyada da icar olunabilmesi, yine ticaret başta çoğu işlemin online yani muhatabın fiziken bulunmadığı ortamda yapılması neticesinde, yasada tanımlı suç tiplerinin ne şekilde ihlal edildiğinin/edilip edilmediğinin bireyler tarafından tam olarak bilinmesi mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla günümüz koşullarında anılan prensibin tamamen ortadan kaldırılmamakla birlikte yumuşatılması, bu noktada doğal/tabii suç teorileri üzerinden yorumlanarak tabii hukuk rasyonalizmine sahip, açık ve anlaşılır yasaların herkesçe bilindiği kabulüyle değerlendirme yapılması zorunludur. Nitekim yasa koyucu tarafından bu çekincelerle TCK içerisinde hata halleri ayrıca düzenlenmiştir.
Maddi hata[7], suçun unsurlarında yapılan hata olup burada failin eylemin suç oluşturmasında değil suça etki eden diğer etkenlerde yanılmasından ötürü konumuz dışındadır.
Hukuki hata[8] ise; bir fiilin suç olduğunun bilinmemesi veya bir hukuk normunun yanlış yorumlanmasıdır. Hukuki hatada bireyler bir normun varlığında veya yorumunda hataya düşerek dolayısıyla haksızlık bilincine sahip bulunmamaktadır. Kişi yasayı yanlış yorumlamakta işlediği fiilin meşru olduğunu sanarak hareket etmektedir[9]
Karşılaştırmalı hukukta da yaklaşım aynı yöndedir. Gelinen aşamada eski dönemdeki sert uygulamanın modern sistemlerde etkisini kaybettiğini göstermek adına;
İsviçre Ceza Kanunu madde 20 ; “Eğer failin davranışının hukuka uygun olduğuna inanmakta yeterince haklı olması halinde, yargıç vereceği cezadan indirim yapmayı serbestçe takdir edebileceği gibi, hiç cezaya gerek görmeye de bilir” düzenlemesi,
Avusturya Ceza Kanununun “kural üzerinde hata” başlıklı 9. paragrafında; “hata sonucu davranışının hukuka aykırı olduğunu bilmeyen kimse bu hatası nedeniyle kınanamadığı takdirde kusursuz sayılır.” düzenlemesi,
Alman Ceza Kanununun kural üzerinde hatayı düzenleyen 17. paragrafında; “fail fiili işlediği sırada hukuka aykırı bir fiil gerçekleştirdiği bilincine sahip değilse ve bu hatası kaçınılmaz ise kusursuz hareket etmektedir. Hatanın kaçınılabilir olması halinde cezadan indirim yapılır” düzenlemesi,
Macaristan Ceza Kanunu madde 27; “Toplum için tehlikeli olmadığını varsayarak bir fiili gerçekleştiren kimse, söz konusu hatalı varsayımı ciddi nedenlere dayanması koşuluyla cezalandırılmaz. Bu cezasızlık nedeni taksirle işlenmesi halinde de cezalandırılan bir fiil söz konusu ise geçerli değildir” düzenlemesi,
Portekiz Ceza Kanunu madde 17 düzenlemesi; “Fiilin hukuka aykırı olduğu bilincine sahip olmayan kimse hatası nedeniyle kınanamadığı takdirde kusursuz olarak hareket etmektedir. Hatanın kınanabilir olması halinde fail kastından dolayı ancak indirim yapılarak cezalandırılır” düzenlemesi,
Aynı çekincelerle bu ülkelerin yasalarında da mevcut[10] bulunmaktadır.
Meselenin diğer yönü; ceza yasalarının amaçları ile alakalıdır. Nitekim amaç[11], kamu düzeninin adil bir şekilde tesis edilmesi iken, sürekli değişen yasalardan dolayı hukuk ile ilgilenmeyen kişilerin hukuk düzenine adaptasyonu güçtür. Ceza hukuku, eylemler üzerine inşa olunduğu gibi ceza yargılaması, kişilerin bu eylemlerinin ilgili suç tipine hukuka aykırılık, tipe uygunluk ve kusurluluk ekseninde muhalif olup olmadıkları ile ilgilenir. Ayrıca ceza hukuku niteliği gereği ikincil bir alan olup “ultima ratio” ilkesi [12]gereği toplumsal/bireysel çıkarların hukukun farklı alanları tarafından korunması önceliklidir.
Sonuç olarak; günümüz koşullarında kusur değerlendirmesi ve ceza hukuku anlamında kınanabilirlik tespitinde, işlenen suçun sadece maddi yönden unsurları değil, suçlamaların muhatabı olan kişinin içinde bulunduğu subjektif koşullarda gözetilmeli ve haksızlık bilincinde mi olduğu veyahut bu açıdan yanılgıya mı düştüğü araştırılmalıdır. Böylelikle Anayasamızda yer alan temel hakları koruma amaçlı başlangıç hükümleri ile madde 5 ile düzenli amaçlar ve madde 2 “Hukuk Devleti” ilkesi hayat bulacaktır.
[1]TCK madde 4/1; “Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz” düzenlemesi yasada açık biçimde yer almaktadır.
[2] ÖZGENÇ, İzzet; Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi (Genel Hükümler), Ankara, 2005, s.245 vd
[3] ÖZTÜRK, Bahri / ERDEM, Mustafa Ruhan / ÖZBEK, Veli Özer; Uygulamalı Ceza Hukuku ve Emniyet Tedbirleri Hukuku, 5.bası, Ankara 2001, s.246
[4] TCK madde 21/1; “Suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” hükmü ile ceza alanında kabul edilen asıl sorumluluk türü kasttır.
[5] TOROSLU, Nevzat; Ceza Hukuku Genel Kısım, Ankara 2005, s. 171
[6] Örneğin hırsızlık veya yaralama türünden, işlenmesi durumunda suç olacağının insan fıtratı tarafından idrak edildiği suçlar
[7] TCK madde 30/1; “Fiilin icrası sırasında suçun kanuni tanımındaki maddi unsurları bilmeyen bir kimse, kasten hareket etmiş olmaz” hükmü ile maddi hata halleri düzenlenmiştir.
[8] TCK madde 30/4; “İşlediği fiilin haksızlık oluşturduğu hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, cezalandırılmaz.” şeklinde kaçınılmaz hukuki yanılgı halleri düzenlenmiştir.
[9] ÖZTÜRK, Bahri / ERDEM, Mustafa Ruhan; Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, 9. Baskı, Ankara 2006, syf 363
[10] Yabancı yasa aktarımları için GÜNGÖR, Devrim; Ceza Hukukunda Kural Üzerinde Hata, TBB Dergisi, Sayı 68, 2007, syf 150
[11] TCK madde 1/1; “Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir” düzenlemesi ile nihai amaç ortaya konulmaktadır.
[12] “…ceza hukuku araçlarına başvurmanın “ultima ratio” (son çare) olarak düşünülmesinin gerekliliği gözden kaçırılmamalıdır…. Bu anlamda; ceza hukuku araçlarının kullanılması, ancak diğer denetim mekanizmaları ile sonuca ulaşılamayan durumlarda düşünülmelidir…”; Yargıtay 19. Ceza Dairesinin 2016/2654 E 2017/2911 K sayılı kararından)
İşlenen bir suç nedeniyle zamanaşımı nasıl belirlenir? Ne kadar süreyle bu suçların soruşturması yapılacak ve sonrasında süre nedeniyle dava ortadan kalkacaktır? Veyahut kesinleşen bir cezanın ne kadar sürede infazı gerekecektir?
Yazımızla, ana hatları ile dava ve ceza zamanaşımı konularını değerlendireceğiz.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Dava Zamanaşımı Nedir?
2. Dava Zamanaşımı Neye Göre Belirlenir?
3. Dava Zamanaşımının İşlemediği Durumlar Nelerdir?
4. Dava Zamanaşımının Kesilmesi Nedir?
5. Olağanüstü Zamanaşımı Nedir?
6. Ceza Zamanaşımı Nedir?
7. Müsadere Zamanaşımı Nedir?
I) Dava Zamanaşımı Nedir?
Dava zamanaşımı; bir suçu için dava açılması ve bunun devam etmesini belirli süreyle sınırlayan bir kurumdur. Suçun işlenip bitmesinden sonra belirli bir süre içinde dava açılıp nihayete erdirilmesi, ancak dava zamanaşımı sürelerinin dolmaması halinde mümkündür.
Dava zamanaşımı, işlenen suçun yaptırımına göre belirlenir. Bu açından suç için yasada öngörülen cezanın üst sınırına bakılacaktır. Buna göre dava zamanaşımı;
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda 30 yıl,
Müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda 25 yıl,
Yirmi yıldan aşağı olmamak üzere hapis cezasını gerektiren suçlarda 20 yıl,
Beş yıldan fazla ve yirmi yıldan az hapis cezasını gerektiren suçlarda 15 yıl,
Beş yıldan fazla olmamak üzere hapis veya adlî para cezasını gerektiren suçlarda 8 yıl,
Olarak düzenlenmiştir (TCK madde 66/1).
II) Dava Zamanaşımı Neye Göre Belirlenir?
Kural olarak dava zamanaşımı suçun işlendiği tarihe göre belirlenmektedir. Dava zamanaşımı süreleri gün, ay ve yıl hesabıyla belirlenir. Bir gün, yirmidört saat; bir ay, otuz gündür. Yıl, resmi takvime göre hesap edilir.
Yukarıda yer verilen zamanaşımı süresinin belirlenmesinde uyuşmazlığın içeriğine göre bazı özel durumlar vardır. Buna göre;
Çocuklarda zamanaşımı süresi daha kısadır. Buna göre 15 yaş dahil daha küçük çocuklarda süreler yarı, bundan büyük çocuklarda ise süreler 2/3 olarak hesaplanır.
Suçun yaptırımına göre değişkenlik bulunmaktadır. Buna göre suçun yaptırımı belirli bir süre olmayıp örneğin 5 yıldan 8 yıla şeklinde bir aralıkla düzenlenmişse, üst sınıra bakılacaktır. Eğer suç için daha ağır cezayı gerektiren nitelikli bir hal varsa daha ağır olan hali dikkate alınacaktır. Yine bir suç için yaptırım olarak seçimlik ya da birlikte adli para cezası istenilmekte ise, hapis cezasına göre belirleme yapılacaktır.
Suçun işlendiği anın tespiti zamanaşımı için önemlidir. Buna göre;
Tamamlanmış suçlarda tamamlanma tarihi,
Teşebbüste kalan suçlarda son hareket tarihi,
Kesintisiz yani devam eden suçlarda hukuki kesinti tarihi,
Birden fazla işlenen yani zincirleme suçlarda son suç tarihi,
Dikkate alınacaktır.
III) Dava Zamanaşımının İşlemediği Durumlar Nelerdir?
Bazı hallerde dava zamanaşımı işlemekte yani durmaktadır. Buna göre;
Çocuklara karşı üstsoy veya bunlar üzerinde hüküm ve nüfuzu olan kimseler tarafından işlenen suçlarda çocuğun 18 yaşını bitirdiği günden itibaren işlemeye başlar.
Soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hallerde; bu yönde izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne kadar zamanaşımı süreleri işlemez.
Hakkında kaçak olduğuna karar verilen kişilerin bu statüsü devam ettiği müddetçe zamanaşımı işlemez.
Hükmün açıklanması geri bırakılan hallerde dava zamanaşımı işlemez.
Burada kaçaklık ile ilgili düzenleme mahkemeler tarafından ifade alınması ile ilgili yakalama çıkartılması ile karıştırılmamalıdır. Zira bahsedilen kaçaklık, CMK madde 98 ile alakalı bir durum olmayıp madde 247 çerçevesinde izlenecek bir prosedürle alınan başka bir karardır.
Bununla birlikte bazı suçlarda zamanaşımı uygulanmaz. Bu açıdan;
Soykırım suçunda (TCK madde 76)
İnsanlığa karşı suçlarda (TCK madde 77)
Soykırım ve insanlığa karşı suç işlemek maksatlı örgüt kurma ve üyeliği suçlarında (TCK madde 78)
İşkence suçunda (TCK madde 94)
Yurt dışında işlenen Millete ve Devlete Karşı Suçlar bölümünde düzenli ağırlaştırılmış müebbet, müebbet veya 10 yıldan fazla hapis cezalarını gerektiren suçlarda,
Zamanaşımı işlemez.
IV) Dava Zamanaşımının Kesilmesi Nedir?
Zamanaşımı, bazı durumların varlığı halinde kesilmektedir. Zamanaşımı kesen sebepler TCK madde 67 içerisinde sınırlı olarak sayılmıştır. Düzenlemeye göre;
Şüpheli veya sanıklardan birinin savcı huzurunda ifadesinin alınması veya sorguya çekilmesi,
Şüpheli veya sanıklardan biri hakkında tutuklama kararının verilmesi,
Suçla ilgili olarak iddianame düzenlenmesi,
Sanıklardan bir kısmı hakkında da olsa, mahkûmiyet kararı verilmesi,
Şeklinde sınırlı olarak sıralanmıştır.
Yani yasada yer alan zamanaşımını kesen durumlar sadece 4 bent halinde yer alanlardan ibaret olup TCK madde 2/3 “yasallık” ilkesi gereği bu konuda genişletme, yasada yer verilmeyen bir sebep ihdası veya kıyas yoluna başvurulamaz (“…dava zamanaşımını kesen sebeplerin TCK’nun 67/2. madde ve fıkrasında sınırlı sayıda olacak şekilde belirlenmiş olduğu ve yakalama emrinin zamanaşımını kesen işlemlerden olmadığı…”; Yargıtay 7. Ceza Dairesi 2020/4109 E 2021/1827 K).
Bunların dışında istisnai bir düzenleme yargılamanın yenilenmesi halidir. Yasa gereği aynı fiilden dolayı tekrar yargılamayı gerektiren hallerde, mahkemece bu husustaki talebin kabul edildiği tarihten itibaren fiile ilişkin zamanaşımı süresi yeni baştan işlemeye başlayacaktır.
V) Olağanüstü Zamanaşımı Nedir?
Zamanaşımı kesildiği durumlarda ne olacağı yasada ayrıca düzenlemiştir. TCK madde 67/3;”zamanaşımı süresi yeniden işlemeye başlar. Dava zamanaşımını kesen birden fazla nedenin bulunması halinde, zamanaşımı süresi son kesme nedeninin gerçekleştiği tarihten itibaren yeniden işlemeye başlar.” düzenlemesi ile zamanaşımın her kesilme sebebinde tekrardan başlayacağına yer verilmiştir.
Bu noktada zamanaşımının kesilmesinde değerlendirilecek iki konu bulunmakta olup;
Zamanaşımını son kesen nedenden sonra yeniden başlayan zamanaşımı süresi dolduğunda, dava düşürülecektir.
Her halükarda, zamanaşımı en fazla olağan zamanaşımı süresinin yarısı kadar uzayacaktır.
İşte uygulamada zamanaşımının kesilmesinden sonra hesaplanacak maksimum süreye kesintili veya olağanüstü zamanaşımı denilmektedir ve bu süre bir davanın görüleceği tavan süreyi belirlemektedir.
VI) Ceza Zamanaşımı Nedir?
Dava zamanaşımı bir suç nedeniyle yapılacak olan soruşturma ve yargılamanın tavan süresini belirlemekte iken, ceza zamanaşımıyla kesinleşen mahkumiyet kararının ne kadar sürede infaz edileceği düzenlenmektedir. Yani ceza zamanaşımı suçu ortadan kaldırmayıp sadece infaz edilmesini engellemektedir.
Buna göre ceza zamanaşımı sürelerine bakıldığında;
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarında 40 yıl
Müebbet hapis cezalarında 30 yıl
Yirmi yıl ve daha fazla süreli hapis cezalarında 24 yıl,
Beş yıldan fazla hapis cezalarında 20 yıl,
Beş yıla kadar hapis ve adlî para cezalarında 10 yıl,
Süreler içinde infaza başlanılması şarttır.
Türleri başka başka cezaları içeren hükümler, en ağır ceza için konulan sürenin geçmesiyle infaz edilmez.
Ceza zamanaşımı, hükmün kesinleştiği veya infazın herhangi bir suretle kesintiye uğradığı günden itibaren işlemeye başlar ve kalan ceza miktarı esas alınarak süre hesaplanır.
VII) Müsadere Zamanaşımı Nedir?
Müsadere zamanaşımı, dava sonucunda mülkiyetin kamuya geçirilmesi şeklinde alınan kararın uygulanma süresini ifade eder.
TCK madde 70 düzenlemesine göre müsadereye ilişkin hüküm, kesinleşmeden itibaren 20 yıl geçtikten sonra infaz edilmez.
*Kişi özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren ceza yargılamalarında hak kaybı yaşanmaması adına avukat tarafından takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
*Kişinin mesleki geleceğini doğrudan ilgilendiren tıbbi müdahaleden kaynaklı ceza davalarında hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
Size kalan mirasın hayalini kurduğunuz mallardan ziyade borca batık olması durumunda ne yapmalı? Bu borçları ödemek zorunda mısınız ve böyle bir durumda size karşı icra takibi/dava açılabilir mi?
Bu soruların cevabı mirası kabul ya da reddetmenize göre değişecektir.
Yazımızla, mirasın reddi düzenlemelerini ele almaktayız.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Mirasın Reddi Nedir?
2. Mirasın Reddi Türleri Nelerdir
3. Kimlere Bu Hak Tanınmıştır?
4. Miras Nasıl Reddedilir?
5. Mirasın Reddedilmesinin Sonuçları Nelerdir?
6. Peki ya Alacaklılar?
I)Mirasın Reddi Nedir?
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu madde 605 ile, kişilere kendilerine intikal eden mirası reddetmeleri hak olarak tanınmaktadır.
Peki böyle bir hak neden tanınmaktadır? Hukukumuza göre, ölümle birlikte mirasçılık hakkı doğar, ölenin malvarlığı/ tereke başka bir işleme gerek kalmadan otomatikman mirasçılara geçer. Yani mirasın kabulü için bir işlem yapılması ya da bir yere başvurulması gerekmez. Hatta mirasçı olduğunuzu bilmeseniz dahi eğer bu sıfata sahipseniz, terekedeki payınız size yasa gereği intikal edecektir.
Miras bırakanın geride belirli bir malvarlığı bıraktığı hallerde bu durum sorun teşkil etmez. Ancak tereke devredilirken, sadece aktifler yani haklar ve alacaklar devrolunmaz. Ölenin borçları da mirasçılarına aynen geçmektedir. Yani reddetmediğiniz mirasın hem menfaatlerinden faydalanırsınız, hem de külfetlerine katlanırsınız.
Bunun dışında yukarıdaki ekonomik gerekçelerin dışında, örneğin ölen kişi ile aranızın kötü olması ya da başka sebepler de, bazı durumlarda ölenin mal varlığından bir talebiniz olmamasına gerekçe oluşturabilir.
Mirasın reddi, bu sebeplerle kabul edilen bir müessesedir.
II) Mirasın Reddi Türleri Nelerdir?
İki tür mirasın reddi vardır; gerçek ret ve hükmen ret
Kişilerin, doğrudan bir beyanla iradi olarak kendilerine kalan mirası reddetmelerine mirasın gerçek reddi denir.
Hükmen ret ise, bazı hallerde mirasın yasa gereği reddedildiği karinesidir. Yukarıda izah ettiğimiz üzere, mirasın kabul edilmesi için bir başvuru ya da işlem gerekmediğinden ve hatta mirasçı olunduğunun dahi bilinmesi gerekmediğinden, bazı durumlarda kişilerin korunması gerekecektir. Örneğin yüklü bir borç içeren bir terekenin, haberiniz dahi olmadan size intikali durumunda, böyle bir borçtan sorumlu tutulmanız yasa koyucu tarafından hakkaniyetli görülmediğinden, hükmen ret halleri yasada ayrıca düzenlenmiştir. Bu kapsamda; ölümü tarihinde mirasbırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras otomatikman reddedilmiş sayılır (TMK madde 605/2).
III) Kimlere Bu Hak Tanınmıştır?
Mirasın reddi, hem yasal mirasçılara hem de ölenin sonradan atadığı atanmış mirasçılara tanınan bir haktır.
Mirasın reddi, malvarlığı açısından önemli bir konudur. Bu nedenlerle reddi yapacak kişinin tam fiil ehliyetine sahip olması, yani 18 yaşından büyük, ayırt etme gücüne sahip ve hakkında bir kısıtlama kararı verilmemiş olunması şarttır.
Küçükler adına bu yetki, anne/baba tarafından kullanılacak veya onayları alınacaktır.
Vesayet altındaki kişiler için bu kararı vasi verecektir. Ancak velayetten farklı olarak burada Sulh veya Asliye Hukuk Mahkemesinden izin alınması gereklidir.
Mal ortaklığı rejimini kabul etmiş evli çiftlerde ise, farklı bir düzenleme vardır. TMK madde 265 hükmüne göre; Eşlerden biri, diğerinin rızası olmaksızın ortaklık mallarına girecek olan bir mirası reddedemeyeceği gibi, tereke borca batıksa mirası kabul de edemez. Ancak diğer eşin rızasının alınmasına olanak bulunamazsa veya bu konudaki istem onun tarafından haklı sebep olmaksızın reddedilirse, istem sahibi eş kendi yerleşim yeri mahkemesine başvurabilir.
IV) Miras Nasıl Reddedilir?
Mirasın reddi, süreye tabidir. Buna göre miras, 3 ay içinde reddolunabilir.
Bu süre, yasal mirasçılar için mirasçı olduklarını daha sonra öğrendikleri ispat edilmedikçe mirasbırakanın ölümünü öğrendikleri; vasiyetname ile atanmış mirasçılar için mirasbırakanın tasarrufunun kendilerine resmen bildirildiği tarihten işlemeye başlar.
Ret başvurusu, mirasçılar tarafından sulh mahkemesine sözlü veya yazılı beyanla yapılır. Sulh hakimi, sözlü veya yazılı ret beyanını bir tutanakla tespit eder.
Reddin kayıtsız ve şartsız olması gerekir. Bu kuralın tek istisnası mirasın sonra gelen mirasçılar yararına reddidir. TMK madde 614 gereği; mirasçılar, mirası reddederken, kendilerinden sonra gelen mirasçılardan mirası kabul edip etmeyeceklerinin sorulmasını tasfiyeden önce isteyebilirler.
Süresi içinde yapılmış olan ret beyanı, mirasın açıldığı yerin sulh mahkemesince özel kütüğüne yazılır ve reddeden mirasçı isterse kendisine reddi gösteren bir belge verilir.
V) Mirasın Reddedilmesinin Sonuçları Nelerdir?
Yasal mirasçılardan biri mirası reddederse onun payı, miras açıldığı zaman kendisi sağ değilmiş gibi, hak sahiplerine geçer. Mirası reddeden atanmış mirasçının payı, mirasbırakanın ölüme bağlı tasarrufundan arzusunun başka türlü olduğu anlaşılmadıkça, mirasbırakanın en yakın yasal mirasçılarına kalır. (TMK madde 611)
En yakın yasal mirasçıların tamamı tarafından reddolunan miras, sulh mahkemesince iflas hükümlerine göre tasfiye edilir. Tasfiye sonunda arta kalan değerler, mirası reddetmemişler gibi hak sahiplerine verilir (TMK madde 612)
Altsoyun tamamının mirası reddetmesi halinde, bunların payı sağ kalan eşe geçer (TMK madde 613)
VI) Peki Ya Alacaklılar?
Yasa koyucu bazı durumlarda mirasın kötü niyetle reddi durumunda alacaklıları koruyucu bir hükme, TMK madde 617 içerisinde vermiştir. Düzenlemeye göre malvarlığı borcuna yetmeyen mirasçı, alacaklılarına zarar vermek amacıyla mirası reddederse; alacaklıları veya iflas idaresi, kendilerine yeterli bir güvence verilmediği takdirde, ret tarihinden başlayarak altı ay içinde reddin iptali hakkında dava açabilirler.
Reddin iptaline karar verilirse, miras resmen tasfiye edilir. Bu suretle tasfiye edilen mirastan reddeden mirasçının payına bir şey düşerse bundan, önce itiraz eden alacaklıların, daha sonra diğer alacaklıların alacakları ödenir. Arta kalan değerler ise, ret geçerli olsa idi bundan yararlanacak olan mirasçılara verilir.
Görüleceği üzere mirasçının, mirasla kazanacağı malları sırf alacaklılarına kaptırmamak amacı ile, mirası reddetmesi söz konusu olan hallerde, mirasçıların bu çeşit kötü niyetli davranışlarını önlemek ve bunlara karşı alacaklıları korumak hakkaniyet gereğidir. Nitekim Yargıtay 2. Hukuk Dairesine intikal eden bir olayda; “…Davalının 20.02.2008 vade tarihli bono nedeniyle davacıya borçlu olduğu, borcunu ödemediği, mirasbırakan babasının 15.12.2008 tarihinde ölümü üzerine, alacaklının 21.01.2009 tarihinde ihtiyati haciz kararı alarak, 22.01.2009 tarihinde Mersin 8. İcra Müdürlüğünün 2009/505 takip sayılı dosyasında, davalıya, mirasbırakandan intikal edecek miras payını haczettirdiği, haciz işlemini öğrenen borçlunun 23.02.2009 tarihinde mirası ret beyanında bulunduğu anlaşılmaktadır. Toplanan delillerden, davalının mal varlığının borcunu ödemeye yetmediği, davalıdan borcuna karşılık yeterli güvence göstermesi istenmesine rağmen güvence göstermediği, davalının mirası alacaklılarına zarar verme amacıyla reddettiği anlaşılmakla davanın kabulüne karar vermek gerekirken, yetersiz gerekçeyle ret hükmü kurulması doğru bulunmamıştır…” içtihadıyla, alacaklıları zarara sokmak kasıtlı yapılan mirasın reddi işlemi, iptal olunmuştur (2009/21977 E 2010/10556 K).
*Kişinin malvarlığını doğrudan ilgilendiren miras davalarında, hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
Fahri Trafik Müfettişliği, uygulamada birçok sorunu ve kafa karışıklığını beraberinde getirmektedir. Özellikle keyfi ceza yazıldığı iddiaları ile çok sık karşılaşmaktayız.
Yazımızla, bu kurumun mahiyeti ile oluşabilecek ihtilafları kısa bilgilerle ele almaktayız.
Yazı içeriği ve başlıklar;
Fahri Trafik Müfettişliği Nedir ve Yasal Dayanağı Var mı?
Müfettişler Hangi Yetkilere Sahiptir?
Müfettişler Neleri Yapamazlar?
Bu Tutanaklara Dayanarak Kesilen Cezalar Neleri İçermelidir?
Yargı Kararları Ne Diyor?
Ne Yapmalı?
1)Fahri Trafik Müfettişliği Nedir ve Yasal Dayanağı Var mı?
Elbette yasal dayanağı olan bir uygulamadır (2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ek madde 6) Fahri Trafik Müfettişi olmak için belirli asgari şartların sağlanması ve bulunulan ilin Valiliğine müracaat edilmesi şarttır.
Bu konuyla ilgili olarak ayrıca 22976 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan bir yönetmelik mevcuttur (Fahri Trafik Müfettişliği Görev ve Çalışma Yönetmeliği).
2) Müfettişler Hangi Yetkilere Sahiptir?
Fahri Trafik Müfettişleri; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun suç saydığı fiilleri işleyenler hakkında işlem yapılması amacıyla, Emniyet Genel Müdürlüğünce kendilerine verilen tutanağı düzenlemek ve bunları aracın tescilli olduğu trafik kuruluşuna gönderilmek üzere en geç bir hafta içerisinde herhangi bir trafik kuruluşuna teslim etmek zorundadırlar.
Yani müfettişler doğrudan ceza evrakı düzenlememekte, idari para cezasını içeren evrak yine Trafik Polisleri tarafından tanzim edilmektedir.
Ayrıca müfettişler, yer ve zamanla sınırlı olmayıp, ülkenin her yerinde görevli sayılırlar.
3) Müfettişler Neleri Yapamazlar?
Elbette Fahri Trafik Müfettişleri bir Trafik Polisi kadar yetkiye sahip değildir. Dolayısıyla görevlerini yaparken;
Araç durduramaz,
Sürücülerle muhatap olamaz,
Belge veya evrak kontrolü yapamazlar.
Ayrıca bu kişiler görevlerini yürütürken, adil ve tarafsız olmak zorundadırlar. Dolayısıyla keyfi davranamazlar.
Fahri Trafik Müfettişliği adı üstünde fahri ve ücretsizdir. Yetkileri kendilerine tanınanlarla sınırlıdır.
Görevini kötüye kullandığı tespit edilen fahri trafik müfettişleri iki aydan altı aya kadar hafif hapis cezası ile cezalandırılırlar (2918 sayılı KTK ek madde 6).
4) Bu Tutanaklara Dayanarak Kesilen Cezalar Neleri İçermelidir?
Fahri Trafik Müfettişi tarafından tutulan tutanağa bağlı olarak idari para cezasına dönüştürülen evrak; 5326 sayılı Kabahatler Kanunu hükümlerine tabi olmaktadır. Dolayısıyla belirlilik ve yasallık ilkeleri geçerlidir. İdari işlemlerin belirliliği ilkesi ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu madde 24 gereği idari yaptırım kararında kabahat fiili ile birlikte bu fiili ispata yarayacak bütün delillerin gösterilmesi gerekir. Ayrıca;
5326 sayılı yasa madde 25 gereği kabahatin işlendiğini ispata elverişli bütün delillerin kabahati oluşturan fiilin işlendiği yer ve zaman gösterilerek açıklanması zorunluluğu,
Hangi sebeple yaptırıma maruz kalındığının belirli olması gerekliliği,
Kolluk tarafından mümkün olduğu takdirde elektronik cihazlarla fakat her halükarda denetime elverişli ve sonrasına teyidi kabil biçimde kronolojik anlatım içerikli tutanak tutulması gerekliliği,
Söylenebilir.
Aksi durumda şüpheden kabahatli yararlanacak ve ceza kesilemeyecek, eğer kesildi ise iptali sağlanabilecektir.
5) Yargı Kararları Ne Diyor?
Anayasa Mahkemesi’nin 26.12.2013 tarihli 2013/43 E 2013/168 K sayılı kararına göre Fahri Trafik Müfettişleri kamu görevlisi olmayıp, düzenledikleri tutanaklar da resmi belge niteliğini haiz değildir. Bu tespit aksini ispat ve tutanağa bağlanan etki adına son derece önemlidir
Konuyla ilgili olarak Danıştay 13. Dairesi 2018/4045 E 2019/1730 K ve 2018/3235 E 2019/454 K sayılı kararlarında özetle; idari para cezalarının idari yaptırımların özünü oluşturduğu, bu sebeple idare tarafından idari para cezası işlemi tesis edilirken ceza hukukunun temel ilkesi olan “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin bu işlemler yönünden de kabul edilmesi gerektiği ve işlemin tesisine sebep olan fiilin, kişiler tarafından gerçekleştirildiğinin idare tarafından açık ve somut bir şekilde ortaya konulmasının zorunlu olduğu vurgulanmaktadır.
6) Ne Yapmalı?
Fahri Trafik Müfettişlerinini tutanaklarına istinaden kesilen cezaların, yukarıda yer verildiği şekilde belirsiz olması ve delille desteklenmemesi durumunda, 15 gün içerisinde bulunulan yer Sulh Ceza Hakimliğine iptali için başvurulabilir.
Ancak iptal edilmeme olasılığı ile birlikte idari para cezasının 15 gün içinde ödenmesi durumundaki erken ödeme indirimi de dikkate alınmalıdır.
*AYM kararları için; https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr
**Danıştay kararları için; https://karararama.danistay.gov.tr
Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayırma cezası, 6413 sayılı Askeri Disiplin Kanunu içerisinde yer alan en ağır disiplinsizlik yaptırımıdır. Yazımızın konusu, ayırma cezasının hangi hallerde ve hangi yöntemle verileceğini konu edinmektedir.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Silahlı Kuvvetlerden Ayırma Cezasının Mahiyeti
2. Hangi Hallerde Disiplinsizliğe Bağlı Ayırma Cezası Verilmektedir?
3. Ayırma Cezası Ne Şekilde Uygulanır?
4. Disiplin Ceza Puanına Göre Ayırma Cezası Verilmesi
5. Yargı Yolu
1)Silahlı Kuvvetlerden Ayırma Cezasının Mahiyeti
Silahlı kuvvetlerden ayırma cezası, askeri personelin tabi olduğu mevzuat hükümlerine göre Türk Silahlı Kuvvetlerinden ilişiğinin kesilmesi veya durumuna göre sözleşmesinin feshedilmesini tanımlamaktadır.
Ayırma cezası sonuçları itibariyle ağır bir cezadır. Zira bu yaptırım sadece görev sonlandırmasıyla sınırlı değildir. Bununla birlikte ek olarak Milli Savunma Bakanlığı veya TSK adına alınan eğitim veya kurslar yoluyla edinilen diploma, sertifika, uzmanlık belgesi, kurs bitirme belgeleri, ayırma cezası alanlar tarafından kullanılamaz ve bu kişiler bunlara bağlı olarak herhangi bir meslek icra edemezler.
Silahlı kuvvetlerden ayırma cezası alarak ordudan atılanlar, bir daha TSK içerisinde hiçbir göreve alınamazlar. Ancak, seferberlik ve savaş durumları istisna olup bu durumda ordudan atılanların görevlendirilmeleri mümkündür.
2) Hangi Hallerde Disiplinsizliğe Bağlı Ayırma Cezası Verilmektedir?
Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasını gerektiren disiplinsizlikler şunlardır;
Aşırı borçlanmak ve borçlarını ödeyememek; Nafaka, trafik kazası, doğal afet, personelin öngöremeyeceği şekilde ülke genelinde yaşanan olağanüstü ekonomik dalgalanmalar, ani devalüasyonlar, sağlık ve tedavi giderleri ile kefillik ve benzeri zorunluluk halleri hariç olmak üzere, aşırı derecede borçlanmaya düşkün olmak ve bu borçlarını ödememeyi alışkanlık haline getirmektir.
Ahlaki zayıflık; Görevine, sosyal ve aile yaşantısına zarar verecek derecede menfaatine, içkiye, kumara düşkün olmak veya Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını sarsacak şekilde yüz kızartıcı, utanç verici veya toplumun genel ahlak yapısına aykırı fiillerde bulunmaktır.
Hizmete engel davranışlarda bulunmak; Devletin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına zarar verecek nitelikte tutum ve davranışlarda veya ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiillerde bulunmaktır.
Gizli bilgileri açıklamak; Yetkisi olmadığı halde, devletin güvenliği ile iç ve dış siyasi yararlarına ilişkin elde ettiği gizli bilgileri yetkisiz kişi ve kuruluşlara vermek, ulaştırmak veya açıklamaktır.
İdeolojik veya siyasi amaçlı faaliyetlere karışmak; Siyasi partilere girmek, ideolojik veya siyasi faaliyetlere karışmak, ideolojik veya siyasi amaçlarla disiplini bozucu tavır ve davranışlarda bulunmaktır.
Uzun süreli firar etmek; Geçerli bir mazereti olmaksızın kesintisiz olarak bir yıldan fazla süre ile izin süresini geçirmek veya firar halinde bulunmaktır.
Disiplinsizliği alışkanlık haline getirmek; Disiplini bozucu tavır ve davranışlarda bulunmayı alışkanlık haline getirmek veya aldığı disiplin cezalarına rağmen ıslah olmamaktır.
İffetsiz bir kimse ile evlenmek veya böyle bir kimse ile yaşamak; İffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenen veya evlilik bağını devam ettirmekte veya böyle bir kimseyi yanında bulundurmakta veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar etmektir.
Gayri tabii mukarenette bulunmak; Bir kimseyle doğal olmayan yoldan cinsel ilişkide bulunmak yahut bu fiili kendisine rızasıyla yaptırmaktır.
Terör örgütleriyle ilişkisi olmak; Terör örgütleriyle eylem birliği içerisinde olmak, bu örgütlere yardım etmek, kamu imkân ve kaynaklarını bu örgütleri desteklemeye yönelik kullanmak ya da kullandırmak, bu örgütlerin propagandasını yapmaktır.
3) Ayırma Cezası Ne Şekilde Uygulanır?
Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezası; Milli Savunma Bakanlığı ve kuvvet komutanlıklarında oluşturulacak yüksek disiplin kurulları tarafından verilir. Kararlar, ilgisine göre Milli Savunma Bakanı veya ilgili kuvvet komutanı onayı ile yerine getirilir. General ve amiraller hakkında ise Milli Savunma Bakanlığı yüksek disiplin kurulu tarafından verilir ve bu kararlar Cumhurbaşkanının onayı ile yerine getirilir.
Bu ceza disiplin amirlerinden en az ikisinin teklifi üzerine yüksek disiplin kurulları tarafından verilebileceği gibi, eldeki bilgi ve belgelere göre yüksek disiplin kurulları tarafından resen de verilebilir. Milli Savunma Bakanının eldeki bilgi ve belgelere ya da gerekli görmesi üzerine yaptırdığı disiplin soruşturması sonucuna göre hakkında bu cezanın verilmesine kanaat getirdiği personelin dosyaları bir karar verilmek üzere doğrudan yetkili yüksek disiplin kuruluna sevk edilir.
Yüksek disiplin kurulları; gerekli gördükleri takdirde, ilgilinin özlük dosyasını ve her nevi evrakı incelemeye, ilgili birlik, kurum ve karargahlardan bilgi almaya, hakim veya savcı kararı gerektirmeyen durumlarda kriminal inceleme yaptırma da dahil olmak üzere her türlü inceleme yaptırmaya, tanık ve bilirkişi dinlemeye, keşif yapmaya veya yaptırmaya yetkilidirler.
Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasının verilmesine ilişkin sürecin; disiplin amirlerinin teklifi ile başlatılması halinde süreci başlatan disiplin amiri tarafından, diğer durumlarda ise yetkili komutanlıklar vasıtası ile yüksek disiplin kurulları tarafından hakkında karar verilecek personelin savunması alınır. Yazılı savunma haricinde, yüksek disiplin kurulu tarafından gerek görülmesi veya personelin talepte bulunması hâlinde personel sözlü olarak da ifade vermeye çağrılabilir. Firar ve izin tecavüzü gibi ilgilinin bulunamaması nedeniyle savunma almayı imkansız hale getiren zorunlu haller gereğince verilecek Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasında savunma alınmaz.
Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezası alan yedek subaylar ve yedek astsubaylar, ilgili kanunlara göre belirlenen kalan askerlik hizmetlerini er rütbesi ile tamamlarlar.
4) Disiplin ceza puanına bağlı olarak ayırma cezası verilmesi
Bazı hallerde disiplinsizliği alışkanlık haline getirme olarak kabul edilir ve bu durumlarda sözleşmeli subay ve astsubaylar hariç subaylar ve astsubaylar hakkında ayırma cezası verilebilir. İşte bu durumlar;
En son alınan disiplin cezasının kesinleştiği tarihten geriye doğru son 1 yıl içinde 18 disiplin cezası puanı veya en az iki farklı disiplin amirinden toplam 12 defa veya daha fazla disiplin cezası almak.
En son alınan disiplin cezasının kesinleştiği tarihten geriye doğru son 5 yıl içinde 35 disiplin cezası puanı veya en az iki farklı disiplin amirinden toplam 25 defa veya daha fazla disiplin cezası almak.
Disiplin ceza puanına bağlı olarak ayırma cezası verilmesi istemiyle gelen dosyaların incelenmesi sonucunda yüksek disiplin kurulunca, cezaların usulüne uygun verilmediğine veya ceza tayininde objektiflikten uzaklaşıldığına kanaat getirilirse verilen cezaların tamamının veya bir kısmının kaldırılmasına yahut personelin görev yerinin değiştirilmesine ve durumunun bir yıllık deneme süresi sonunda yeniden incelenmesine karar verilir.
5) Yargı Yolu
Anayasa Mahkemesinin 2022/10 E 2022/72 K sayılı iptal kararı ile şekillenen 6413 sayılı Askeri Disiplin Kanunu madde 43 düzenlemesine göre, silahlı kuvvetlerden ayırma cezası yargı denetimine tabi olup 60 günlük süresi içinde idare mahkemelerinde iptal davası açılabilmektedir.
*Askeri disiplin cezalarında, işlemin sebep unsurunu oluşturan disiplinsizlik hallerine ve yetki/usul unsurunu oluşturan ve cezanın türüne göre belirlenen prosedürlere dikkat edilmelidir. Bu açıdan oluşacak ihtilafların konusunda uzman kişilerce takibi son derece önemlidir.
Sağlık Bakanlığı, sektörde çok sayıda reklamın dolaşımda olması üzerine harekete geçerek; gerek tıbbi alanda denetimi sağlayabilmek gerekse haksız rekabetin önlenmesi amaçlarıyla bir yönetmelik yayımlayarak bazı kısıtlamalar getirdi.
Yazımızla, 29/07/2023 tarih 32263 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Sağlık Hizmetlerinde Tanıtım ve Bilgilendirme Faaliyetleri Hakkında Yönetmelik” düzenlemelerini ele alarak sağlık alanında reklam ve tanıtımla alakalı yeni döneme ait ana hatları ortaya koymaktayız.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Düzenleme Ne İçeriyor?
2. Nelere Yasak Getirilmiştir?
3. Diğer Sınırlamalar
4. Tanıtımlarda Görsel İçerik Kısıtlamaları
5. Peki Yasaklara Uyulmazsa?
I)Düzenleme Ne İçeriyor?
Sağlık hizmetlerinde tanıtım ve bilgilendirme faaliyetlerine ilişkin temel ilke ve ölçütlerin belirlenmesi ve bu faaliyetlerin denetlenmesi ihtiyaç haline geldiğinden, Bakanlık tarafından konuya el atıldığını en başta söyleyebiliriz.
Yönetmeliğin kapsamına; sağlık hizmeti sunan tüm kurum ve kuruluşlarla bireysel olarak hekimler dahil edilmiştir. Hatta sağlık turizmi aracı kuruluşlarının tanıtım ve bilgilendirme faaliyetleri de düzenlemeyle denetim altına alınmıştır. Bununla birlikte sağlık hizmet sunumu alanında yetkisi, izni ya da ruhsatı bulunmayan kişi, kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan tüm tanıtım ve bilgilendirme faaliyetleri de söz konusu yönetmeliğin yaptırım alanına dahil edilmiştir.
Böylelikle sağlık hizmetlerine dair bilgilendirmelerde, ne şekilde ve kim tarafından sunulursa sunulsun denetim yapılması ve aykırılık tespiti durumunda bunun yaptırımına dair ilkeler oluşturulmuştur.
II) Nelere Yasak Getirilmiştir?
Bu açıdan yönetmelik geniş bir çerçevede yasaklar listesi içermekte olup temel prensip; sağlık hizmet sunumunda reklam yapılmasının ve yaptırılmasının yasak olmasıdır. Üstelik reklam yasağında doğrudan reklamlarla birlikte örtülü/dolaylı reklamlara da yasak getirilmiştir.
Yönetmelik gereği; serbest olan tanıtım ve bilgilendirmedir. Özetle, reklam yasak; tanıtım ve bilgilendirme serbesttir. Peki ikisi arasındaki sınır nasıl belirlenecektir? Bu konu, Yönetmelik madde 5 ile açıklığa kavuşturulmuştur.
Gelin ana hatlarıyla, reklam ve tanıtım ayrımına dair temel prensiplere birlikte bakalım;
Tanıtım ve bilgilendirmelerde, genel ahlaka, tıbbi deontoloji ve meslek etiği kurallarına uyulması ilk zorunluluktur.
Sağlık hizmet sunumu ile ilgili bilgilendirmeler, sadece konusunda hukuken yetkili sağlık meslek mensupları tarafından yapılabilecektir. Yani ehil olmak şart.
Ayrıca yanıltıcı içerikler de yasaktır. Sağlık tesislerinin hasta tedavi ettiği uzmanlık dallarından başka hastaları kabul ve tedavi ettiği intibaını uyandıracak şekilde halkı yanıltan, yanlış yönlendiren, kişi ve toplum sağlığını tehlikeye düşüren, talep ve haksız rekabet ortamı yaratan tanıtım ve bilgilendirme yapılamayacaktır.
Yine sağlık hizmetine konu olan mal veya hizmetin diğerlerinden farklı ya da daha üstün olduğu algısı oluşturacak biçimde insanların güvenini kötüye kullanan ya da bilgi eksikliğini istismar eden tanıtım ve bilgilendirme yapılamayacaktır.
Yönetmelikle tanıtımların tıbbi içerikleri de denetime dahil edilmiştir. Tanıtım ve bilgilendirmelerde muğlaklığa ve kanıtlanmamış verilerin referans alınmasına izin verilmeyecektir. Bu tür bilgilendirmeler, sağlık meslek mensubu tarafından yapılsa dahi, doğruluğu bilimsel ve klinik olarak kanıtlanmamış, yerleşik tıbbi metot haline gelmemiş, Bakanlıkça tıbbi işlem olarak tanımlanıp düzenlenmemiş tıbbi ve tedavi yöntemleri hakkında açıklamalara yer verilemeyecektir. Ayrıca, bu yöntemlerle hastalıkların tedavi edildiği veya tedaviye yardımcı olunduğuna dair ifadeler de kullanılamayacaktır.
Yönetmelikle, istatistik verileri de kontrol altına alınmaktadır. Bilimsel terimler, araştırma sonuçları veya bilimsel yayınlardan yapılan alıntı ve istatistiki veriler gerçekte olduklarından farklı sonuçlar doğuracak biçimde sunulamayacaktır.
Bu tür tanıtımlarda; kimliğe dair kısıtlamalar da getirilmiştir. Tanıtım ve bilgilendirmelerde; 1219 sayılı meslek yasasında yer alan ana dal ve yan dal uzmanlığı dışında uzmanlık unvanı yazılamayacaktır. Bilgilendirmeler, sadece akademik unvan, muayene gün ve saatleri, hasta kabul edilen yer ve zaman bilgisi ile hizmet verilen sağlık alanıyla ilgili sağlığı koruyucu ve geliştirici nitelikteki bilgilerle sınırlı tutulacaktır.
Tanıtımlarda, hasta memnuniyeti türünden içeriklere yer verilmesi de yasaklanmıştır. Hastaların sağlık hizmetine yönelik teşekkür ilanında bulunduğuna dair izlenim oluşturacak faaliyetlerde bulunulamayacağı, açık bir hüküm olarak Yönetmelikte düzenlenmiştir.
Yine tanıtım ve bilgilendirmeler, hastayı herhangi sağlık meslek mensubuna veya sağlık kuruluşuna doğrudan veya dolaylı biçimde yönlendirecek içerikte yapılamayacaktır. Ayrıca tıbbi yardım hizmetleri, genel sağlık kontrolü (check-up), sağlık taraması, danışmanlık, bilgilendirme gibi sebeplerle aracı kuruluş, yayın ve iletişim kanalları vasıtasıyla belirli bir sağlık meslek mensubuna ve sağlık kuruluşuna yönlendirme yapılması da yasaktır.
Görüleceği üzere, reklam olarak kabul edilecek yasaklı alanın çerçevesi geniş tutulmuştur.
III) Diğer Sınırlamalar
Yeni düzenleme ile yukarıda aktarılan ana yasakların haricinde ek bazı konularda da sınırlamalar getirilmiştir.
Örneğin; internet sitelerindeki bilgilendirmenin son güncelleme tarihi ile internet sitesi editörüne ulaşılabilecek iletişim bilgileri açıkça belirtilmek zorunda olacaktır. Arama motorlarında yer alan sağlık kuruluşları, yukarıdaki tüm reklam yasaklarını gözeterek kayıt yaptırabilecektir.
Sağlık hizmetlerine yönelik olarak yürütülecek sosyal sorumluluk projeleri ve kampanyalar kapsamında yapılacak tanıtım ve bilgilendirme faaliyetleri öncesinde Bakanlıktan izin alınması zorunlu tutulmuştur. Tanıtım ve bilgilendirmeler; sosyal sorumluluk projesinin kapsamı, süresi ve sadece projeden faydalanacak kişi veya kuruluşlar ile sınırlı olacaktır.
Başka olarak, sağlık hizmetleri; özendirme, çekiliş ve hediye gibi pazarlama amaçlı sunulamayacak ve bu amaca yönelik reklam, tanıtım ve bilgilendirme yapılamayacaktır.
Ayrıca bilimsel, istatistiki ve haber niteliğindeki bilgi dağıtımı halleri dışında, organ ve doku alınması ve verilmesine ilişkin her türlü reklam, tanıtım ve benzeri etkinlikler de yasaklanmaktadır.
Bunlarla birlikte basın yoluyla yapılan tanıtımlarda, doğru bilgilendirme yapılacağına dair taahhütname imzalanması da zorunlu hale getirilmiştir. Yönetmelik madde 9 hükmüne göre; radyo ve televizyon kanallarında yapılan tanıtım ve bilgilendirme programlarına katılan, konuşma ve açıklama yapan sağlık meslek mensupları programdan önce bu taahhütnameyi iki nüsha olarak imzalamakla yükümlüdür. Taahhütnamenin bir örneği ilgili yayın kuruluşunda muhafaza edilecek ve ayrıca bir nüshası da Bakanlığa gönderilecektir.
Son olarak, Yönetmelikle mahremiyet ve hasta hakları ayrıca ele alınmıştır. Tanıtım ve bilgilendirme faaliyetlerinde, hasta hakları ihlalleri ile bunlara bağlı ortaya çıkan sorunların önlenmesi adına KVKK kuralları ve Hasta Hakları Yönetmeliğine uyulması zorunlu tutulmuştur.
Ayrıca kişilerin bilgi ve rızaları olmaksızın kişisel telefonları aranamaz, mektup, kısa ileti, elektronik posta ve sosyal paylaşım araçları vasıtasıyla ileti gönderilerek reklam ve tanıtım yapılması da yasaklanmıştır. Yani bu şekilde rahatsız edilmek yasaklanmıştır.
Görüleceği üzere, yasaklamaların listesi oldukça uzundur. Üstelik geçerli olduğu alan sadece günlük hayatla sınırlı olmayıp sosyal mecraları da kapsamaktadır. Zira yönetmelik madde 5/2 “Sosyal paylaşım ve internet sitelerinde yapılan tanıtım ve bilgilendirmelerde bu Yönetmelikte öngörülen ilkelere uyulması zorunludur. Bu ilkelere aykırı olarak tanıtım ve bilgilendirme faaliyetlerinde bulunanlar ile paylaşanlar aynı derecede sorumludur.” düzenlemesi ile tüm platformları denetim alanına dahil etmektedir.
IV) Tanıtımlarda Görsel İçerik Kısıtlamaları
Yönetmeliğe göre reklam dışı alanda olmak yetmez, ayrıca bilgilendirmenin bazı içerik kısıtlamaları bulunmaktadır. Bu açıdan Yönetmelik özellikle görsel içerikler yönüyle ayrıntılı düzenlemeler getirmiştir. Tedavinin etkilerini kıyaslayıcı ve talep oluşturan nitelikte öncesi ve/veya sonrası görsellerin bulunması yasaklanmaktadır.
Görsel içerik kullanımına dair Yönetmelik madde 7 ile getirilen kurallara baktığımızda;
Paylaşılacak görsel içeriklerde; genel ahlak kurallarına aykırı, kamu sağlığı ile esenliğine tehdit oluşturan, kişi hak ve hürriyetlerini zedeleyen, hastanın özel ya da sosyal yaşamını istismar edici, toplumu endişeye sevk edici veya yanıltıcı biçimde görüntü ve ifadelere yer verilemeyecektir.
Genel ahlak kurallarına aykırılık teşkil edecek şekilde vücudun mahrem bölgelerine ait görsel içerikler paylaşılamayacaktır.
Hastaya ait görsel içeriklerin kullanılabilmesi için hastanın kendisinin, küçük veya mahcur ise veli veya vasisinin açık rızasının alınması ve Hasta Hakları Yönetmeliğine uyulması şarttır. Açık rıza alınırken “Görsel İçerik Kaydetme ve İşleme Onam Formu” kullanılacaktır.
Hasta, paylaşılacak görsel içeriği önceden görme hakkına sahiptir. Görsel paylaşım izni, hastanın kendisinin, küçük veya mahcur ise veli veya vasisinin isteği üzerine herhangi bir usul ve şarta bağlanmaksızın her zaman geri çekilebilir. Hastanın geri çekme talebini sağlık tesisi veya ilgili sağlık meslek mensubu derhal işleme almak ve sonuçlandırmakla yükümlüdür..
Başka mecralarda yapılmış olsa dahi görsel içeriklere ilişkin yapılan hasta yorumları veya teşekkür ilanı anlamına gelecek ifadeler paylaşılamaz. Görsel içeriklere ait paylaşımların tamamen yoruma kapatılması zorunludur.
Ameliyat veya tıbbi girişim esnasında ve ameliyathanede hasta görüntüsü paylaşılamayacaktır.
Görsel içerikli paylaşımların, sağlık tesisi veya ilgili sağlık meslek mensubunun kendisi tarafından yapılmak zorunludur. Bu paylaşımların başkaları tarafından yapılmış olması ilgili sağlık tesisi veya sağlık meslek mensubunun sorumluluğunu ortadan kaldırmayacaktır.
Paylaşılan görsel içerikler; yazılı, görsel basın, sosyal medya platformları, internet siteleri gibi mecralarda sponsorlu olarak ya da ücret verilerek yayınlatılamayacaktır.
V) Peki Yasaklara Uyulmazsa?
Düzenlemenin hayata geçirilebilmesi adına, aykırı davranışların yaptırımları da düzenlenmiştir. Konunun yer aldığı Yönetmelik madde 10, çeşitli ihtimallere göre yaptırımlara yer vermektedir.
Bu çerçevede;
Hekim veya diş hekimlerinin reklam yasağı ve bilgilendirme kurallarına aykırı davranışları, idari para cezası gerektirmektedir. Burada uygulanacak ceza için 1219 sayılı yasa madde 27 ve 44 düzenlemelerine atıf yapılmakta olup idari para cezaları öngörülmektedir.
Yönetmelik hükümlerine aykırı olarak tanıtım ve bilgilendirme faaliyetlerinin yapıldığı tespit edilen sağlık tesisleri, Bakanlık tarafından iki kez uyarılacaktır. Bir yıl içerisinde üçüncü kez bu Yönetmelik hükümlerine aykırı tanıtım ve bilgilendirme faaliyetleri yapıldığının tespit edilmesi halinde üç gün süreyle ilgili tıp veya uzmanlık dalındaki birimin faaliyeti durdurulacaktır.
Yönetmelik hükümlerine aykırı olarak tanıtım ve bilgilendirme yapıldığı tespit edilen uluslararası sağlık turizmi sağlık tesisi veya uluslararası sağlık turizmi aracı kuruluşu uyarılacaktır. Bir yıl içerisinde ikinci kez tespit edilmesi halinde bir ay, üçüncü kez tespit edilmesi halinde üç ay süreyle kuruluşun ve tesisin sağlık turizmi faaliyeti durdurulacaktır.
Organ nakillerinin uygulandığı tıbbi tedavi merkezlerinde bu Yönetmelik hükümlerine aykırı olarak tanıtım ve bilgilendirme yapıldığının tespit edilmesi halinde, ilk tespitinde organ nakillerinin uygulandığı tıbbi tedavi merkezlerinin kadavra organ dağıtımı üç ay süreyle durdurulacaktır. İkinci tespitte ise nakil türüne göre üç ay süre ile faaliyet izni iptal edilecektir. Ayrıca organ veya doku teminine yönelik olarak ilan veya reklam veren veya yayınlayan kişiler hakkında TCK madde 91 organ ve doku ticareti suçu çerçevesinde savcılıklara suç duyurusunda bulunulacaktır.
Yetkisiz, izinsiz veya ruhsatsız sağlık hizmeti sunumuna konu olan kişi, kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan tanıtım ve bilgilendirme faaliyetleri yapıldığının tespiti halinde, yetkisiz sağlık hizmeti sunulan yerlerin faaliyeti derhal durdurulacaktır. Ayrıca bu kişiler hakkında ve hakkında 1219 sayılı ve 3359 sayılı Kanun hükümleri uyarınca savcılıklara suç duyurusunda bulunulacaktır.
Mesleki yetki ihlalinde bulunan, hekim ve diş hekimi harici diğer sağlık çalışanlarının bu yönetmeliğe aykırı davranışları yetkisiz sağlık sunumu kabul edilerek yine 1219 ve 3359 sayılı yasalara göre suç duyurusunda bulunulacaktır.
Sosyal paylaşım ve İnternet siteleri üzerinden yapılan sağlıkla ilgili tanıtım ve bilgilendirmelerde insan sağlığını tehlikeye düşüren veya tanı ve tedavi sürecini olumsuz olarak etkileyen veya bu süreci engelleyici nitelikte suç unsurunun bulunduğu tespit edilen ilgililer hakkında hem internet erişimi engeli talep edilecek hem de savcılıklara suç duyurusunda bulunulacaktır.
*Tıp alanında haksız rekabet ve yanıltıcı faaliyetlerin önlenmesi kamu yararı ve toplum sağlığı açısından son derece yerindedir. Bununla birlikte, günümüzde medya yoluyla insanların bilgilendirilmesinin önemi ve sosyal platformların hayatın merkezinde yer alır hale gelmesi karşısında, mesleğini layıkıyla yerine getiren ve bunun bilinmesi/tanıtımı hakkına sahip olan hekimlerimizin geniş bir yasaklar zinciriyle belli bir alana hapsedilmeleri, orantılı görünmediği gibi kamusal menfaatler açısından düşündürücüdür.
**Yayın öncesi taahhütname ve hasta görsel içerik onam formu için bknz:
Onam Formu
Taahhütname
Kira ücreti sorunu, son dönemin en önemli gündem maddesi haline gelmiş durumda. Öyle ki danışanlarımızın büyük kısmı kira uyuşmazlıkları ile başvurmakta. Aynı şekilde bu uyuşmazlıklara bakan Sulh Hukuk Mahkemelerinde büyük bir dosya artışı gözlemlenmekte.
Bu sebeple yazımızla konut ve işyeri kira uyuşmazlıklarında bedele dair sorunlar ekseninde bazı konuları 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) çerçevesinde soru cevap halinde sizler için hazırladık. Konuyla ilgili tamamlayıcı diğer bilgilere https://www.jethukuk.com/kira-uyusmazliklari başlığıyla ulaşabilirsiniz.
1-Yazılı Sözleşme Yapmak Zorunlu mu?
Hayır. Kira sözleşmesinin yazılı olarak yapılması TBK’ya göre zorunlu değil. Ancak ileride oluşacak ihtilaflarda hak kaybı ve sipat sorunu yaşanmaması adına sözleşmenin yazılı olarak yapılmasını ve tüm maddelerin ne gibi hukuki sonuçlar doğuracağı araştırılarak/danışılarak imzalanmasını önemle tavsiye ediyoruz.
2-Kira Sözleşmesinde Süre Belirtilmemişse Ne Olur?
Eğer kira sözleşmesinde herhangi bir süre yoksa, belirsiz süreli kabul edilmektedir. Bu tür sözleşmede, fesih için TBK madde 329’da yer alan kira başlangıç tarihine göre belirlenen 6 aylık kira dönemi önem taşımaktadır.
3-Süre Doldu; Yeni Sözleşme Yapmadık Ne Olacak?
Bu durumda sözleşme; TBK madde 347/1’e göre aynı koşullarda 1 yıl daha uzatılmış sayılır. Devam eden yıllarda da kiracı tarafından sözleşme bitiminden 15 gün önce bildirimde bulunmadıkça aynı şekilde 1’er yıllık uzama devam edecektir.
4-Süre Bitince Kiracımı Tahliye Edebilir miyim?
Hayır. Bu noktada yasa dezavantajlı gördüğü kiracıyı korumakta. TBK madde 347/1’e göre, sözleşme süresinin bitimine bağlı olarak fesih imkanı sadece kiracıya tanınmış olup ev sahibinin böyle bir hakkı bulunmamaktadır. İstisnası ise; belirli süreli sözleşmede10 yıllık uzama süresinin dolması, belirsiz süreli sözleşmede ise 10 yılın dolması halidir. Ev sahibi ancak bu durumda süre gerekçesiyle fesih yapabilecektir.
5-Kiracı Sözleşmeye Aykırı Davranıyorsa Yine de Tahliye Edilemez mi?
Tabiki edilebilir. TBK madde 347/3 her iki tarafa da genel hükümlere göre fesih imkanı tanımaktadır. Örneğin kira borcunu ödemeyen, taşınmazı amacı dışında kullanan, burayı izinsiz biçimde başkalarına devreden, kiralananı özenle kullanma borcuna aykırı davranan, komşulara saygı gösterme ve apartman kurallarını hiçe sayan kiracının bu sebeple sözleşmesinin feshi ve tahliyesi mümkündür.
6-Ev Sahibi Kira Bedelini Dilediği Gibi Arttırabilir mi?
Hayır. Kira bedeli artışı sözleşmede belirtilen artış oranı ile sınırlı olup TBK madde 343 gereği ek başkaca yükümlülük getirilemez. Kira artış oranı ise madde 344/1 gereği bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki oniki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmeyecek şekilde belirlenecektir. Yani 12 aylık TÜFE üzerindeki artışlar, sözleşmede yazılsa dahi geçerli değildir.
7-Kira Artışında Bakanlık Tarafından Getirilen Kısıtlama Nedir?
11 Haziran 2022 ila 01.07.2023 tarihleri arasında geçerli olan kira artışında tavan uygulaması; Türk Borçlar Kanununa 7456 sayılı yasayla geçici madde 2 eklemesiyle 01.07.2024 tarihine kadar uzatılmış durumda. Bu çerçevede; konut kiralarında %25 sınır uygulamasına aykırı talepler, yerine getirilmek durumunda değildir. Ancak bu düzenlemenin iş yeri kiralarını kapsamadığı unutulmamalıdır.
8- Geçici Düzenlemenin İstisnası Yok mu?
Bir önceki düzenlemede olduğu gibi, madde 344/3 çerçevesinde 5 yılını dolduran kira ilişkilerinde açılacak uyarlama davalarında hakim tarafından yapılacak belirlemeler, tavan kira uygulamasının istisnası kabul edilmiştir.
9-Kira Bedelini Arttırmanın Başka Yolu Yok mu?
Günümüz şartlarında oluşan ekonomik belirsizliğe dayanarak, TBK madde 138 çerçevesinde öngörülemezlik ilkesine dayanarak dava açılması teorik olarak mümkündür. Düzenlemeye göre; sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, yani kiralama ilişkisinin bu bedelle sürdürülmesi ev sahibinden kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede ifa imkansızlığı yaratırsa, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkına sahiptir.
10-Kira Artışında Anlaşılamazsa?
Böyle bir durumda; yasanın emredici hükümleri ve geçici madde 2 çerçevesinde kiranın hesaplanıp ev sahibine gönderilmesi yeterlidir. Ev sahibinin böyle bir durumda daha fazla kira alacağı bulunduğundan bahisle izleyebileceği yol, aktardığımız şekilde ya 5 yılı aşan kiracılıkta buna bağlı olarak dava açma, ya da ifa imkansızlığı nedeniyle uyarlama davası açmakla sınırlıdır.
Nafaka, üzerine çokça konuşulan, hatta hakkaniyete aykırılığı dahi ileri sürülerek kaldırılması istenen bir kavram. Ancak ne olursa olsun, nafakanın dezavantajlı kişilere sağladığı koruma ve olumlu etkiler yadsınamaz. Öyle ki bu konuda, nafaka yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin sağlanması adına imzalanan uluslararası bir sözleşme olan “Çocuk Nafakası ve Aileye ilişkin Diğer Nafaka Alacaklarının Milletlerarası Tahsiline İlişkin La Haye Sözleşmesi” dahi mevcuttur.
Yazımızla hukukumuzdaki nafaka türlerini ana başlıklar halinde ele alarak açıklamalarda bulunmaktayız.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Tedbir Nafakası
2. İştirak Nafakası
3. Yoksulluk Nafakası
4. Yardım Nafakası
I) Tedbir Nafakası
Tedbir nafakası; boşanma davası devam ederken eş ve çocukların aldığı nafaka türüdür. Bu nafaka yargılama sürecinde alınan bir önlem mahiyetindedir. Dava sonucunda ise bu nafaka iştirak ve yoksulluk nafakasına dönüşmektedir.
Boşanma davası açılınca, yargılamayı yapan hakimin bir dizi önlemi resen yani kendiliğinden alması gereklidir. Konu 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu/TMK madde 169 içerisinde; “ boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakım ve korunmasına ilişkin geçici önlemleri resen alır” şeklinde düzenlenmiş olup burada boşanma davası ile uğranılan ekonomik kaybın öne çıkartıldığı görülmektedir.
Alınacak önlemler, dava açılmadan önceki durum ile sonradan oluşan durum arasındaki farkı kapatmaya yönelik olduğundan, TMK madde 185 kapsamında çocukların bakımı, eğitimi ve gözetimine birlikte katılma yükümlülüğü ile madde 186 doğrultusunda giderlere güçleri oranında emek ve malvarlıkları ile katılma sorumluluğu dikkate alınacaktır.
İşte tedbir nafakasıyla, yukarıda yer verilen amaçlara ulaşılacaktır. Tedbir nafakası ile boşanma davası nedeniyle zorda kalan eş ve çocuklar koruma altına alınmaktadır. Yasamız kadın erkek eşitliği üzerine kurulu olduğundan erkek olan eşin de bu nafakadan faydalanması teorik olarak mümkün ise de Yargıtayın erkek olan ve herhangi bir fiziksel engeli bulunmayan eş lehine tedbir nafakası verilmeyeceğine dair eski tarihli kararları mevcuttur.
Tedbir nafakasında kusura bakılmaz. Yani boşanma sebepleri yönüyle kusurlu olunsa dahi tedbir nafakası istenmesi mümkündür. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2011/2-533 E 2011/670 K sayılı içtihadı kapsamında; dava süresince geçerli olacak olan bu tedbirlerin alınmasının tarafların “kusursuz” olmaları şartına bağlanmadığı ve önlem için “kusur” unsuruna yer verilmediği tespitleri, tüm içtihatlarda ısrarla uygulanmaktadır.
Nafaka talep eden eşin ekonomik durumunun diğerinden daha iyi olması tedbir nafakası yükümlülüğünden kurtarmaz. Ancak, hükmedilecek nafakanın miktarını tayinde bu husus dikkate alınmak zorundadır. Böylece “hakkaniyet” ilkesine uygun bir nafaka tespit edilebilir.
Reşit olan çocuklar adına eşin nafaka talep hakkı yoktur.
II) İştirak Nafakası
İştirak nafakası, velayetin kullanılması kendisine bırakılmayan eş tarafından, ortak çocuğun veya birlikte evlat edinilen çocuğun yetiştirilmesi, barınma, beslenme, sağlık, bakım ve eğitim giderlerinin karşılanabilmesi için eşin sosyal ve ekonomik gücü oranında, velayetin kullanılması kendisine verilen eşe ödenen nafakadır.
Çocuklara boşanma kararının kesinleşme tarihine kadar verilen nafaka tedbir, boşanma kararının kesinleşmesinden sonra çocuk için verilen nafakanın adı iştirak nafakasıdır.
Bu nafaka türü kamu düzeni ile ilgilidir. Dolayısıyla boşanma veya ayrılık kararı verilen hallerde, talep olmasa dahi Mahkeme tarafından yaşı küçük çocuklara iştirak nafakası belirlemesi zorunludur.
İştirak nafakası çocuğun 18 yaşını doldurup ergin olması halinde kendiliğinden kalktığı gibi, evlenmekle ya da yargı kararı ile ergin hale getirilmesi halinde de kendiliğinden kalkar.
Ancak çocuk 18 yaşına geldiğinde nafakanın kalkmasından sonra eğitimi devam ediyorsa, anne ve babanın bakım yükümlülükleri de devam edeceğinden, çocuğun bizzat kendisinin anne babaya veya her ikisine karşı dava açması mümkündür.
III) Yoksulluk Nafakası
TMK madde 175; “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz” düzenlemesi ile yoksulluk nafakasına yer vermektedir.
Yoksulluk nafakasına karar verilebilmesi için öncelikle ve mutlaka boşanmaya hükmolunması gerekir. Eğer, boşanma davası reddedilmişse yoksulluk nafakasına karar verilemez. Yoksulluk nafakası için mutlaka istenmesi gerekir. Ayrıca istenecek yoksulluk nafakasının miktarı mutlaka belirli olmalıdır.
Yoksulluğa düşme koşulu boşanma kararının kesinleştiği tarih itibariyle aranır. Bir başka deyişle boşanma kararı kesinleşmeden yoksulluktan kurtulan eşe yoksulluk nafakası verilemez.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 2010/7938 E 2011/9201 K sayılı kararında; boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebileceği ve nafaka yükümlüsünün kusuru aranmayacağına içtihat etmiştir.
IV) Yardım Nafakası
Yardıma muhtaç aile fertlerine verilen nafaka, yardım nafakasıdır. Bu nafaka düzenlemesi TMK madde 364 ve 365 içerisinde yer almaktadır.
Yardım nafakası ile yükümlü olanlar, yardıma muhtaç çocuklar yönüyle üstsoy yani büyükbaba ve büyükanne dahil anne-baba ile tam tersine yardıma muhtaç büyükler yönüyle çocuklar ve torunlardır. Burada ana ve babanın bakım borçlarına ilişkin genel velayet sorumluluklarına dair hükümler saklıdır.
Yoksul olan bu kişilere eğer yardım edilmezse taraflardan birinin bulunduğu yer Aile Mahkemesinde dava açma hakları bulunmaktadır. Nafaka davası, mirasçılıktaki sıra göz önünde tutularak açılır. Dolayısıyla altsoy ya da üstsoy bulunan hallerde öncelikle bunlara başvurulması gerektiğinden kardeşlerin sorumluluğu ikincildir.
Davanın konusu, yoksul aile ferdinin geçinmesi için gerekli ve karşı tarafın mali gücüne uygun bir yardım isteminden ibarettir. Ancak nafakanın, yükümlülerin bir veya bir kaçından istenmesi hakkaniyete aykırıysa hakim, onların nafaka yükümlülüğünü azaltabilir veya kaldırabilir.
Dava, eğer böyle bir durum varsa nafaka alacaklısına bakmakta olan resmi veya kamuya yararlı kurumlar tarafından da açılabilir. Yargılamayı yapan hakim, istem halinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
*Nafaka davalarında miktar, hakkaniyet ve tarafların boşanma nedeni ile uğradıkları kayıp ile objektif anlamda ihtiyaçları gözetilerek belirlenmektedir. Nafaka davalarının boşanma ile ilgili olanları bu davada talep edilebileceği gibi ayrı bir dava konusu da edilebilir. Bu talepler değişen koşullara göre arttırımı ya da azaltılması yönüyle tekrardan dava edilebilmektedir.
**Medeni durum ve ekonomik geleceği doğrudan etkileyen bu tür ihtilaflarda hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
***Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
Hekimlik ve diş hekimliği mesleği ülkemizde, 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatların Tarzı İcrasına Dair Kanun esaslarına göre yürütülmektedir. Bu kapsamda hekim olma şartları arasında olumsuz şart olarak bazı suçlardan ceza almama şartı bulunmaktadır.
Bu yazımızda ise, 1219 sayılı yasa gereği hekimlikten tamamen men düzenlemesini, konuya dair güncel bir Anayasa Mahkemesi kararı eşliğinde ele almaktayız.
Yazı İçeriği ve Başlıklar;
1. Yasal Düzenleme ve Dayanak
2. Hekim Olmaya Engel Suçlar Nelerdir?
3. Anayasa Mahkemesinin Güncel Yorumu
I) Yasal Düzenleme ve Dayanak
Hekim olma şartları arasında, olumsuz bir şart olarak bazı suçlardan hüküm giyilmemesi şartı aranmaktadır.
Konuyu düzenleyen 1219 sayılı yasa madde 28; “Hekimlik mesleğinin icrası için; Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı beş yıl veya daha fazla süreyle ya da devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından hapis cezasına mahkum olmamak gerekir” şeklindedir.
Yasal düzenlemeden anlaşıldığı üzere hekimlik yapılabilmesi için;
Kasten 5 yıl ve daha fazla hapis cezasından cezalandırılmamak,
Bazı katalog suçlardan hüküm giymemek,
Şarttır.
Düzenleme gereği bu yönde netice, sadece kasti suçlarda gündeme gelecektir. Bununla birlikte süreye bağlı men için, birden fazla suçtan yargılama yapılan ve ceza alınan hallerde, yasallık ilkesi gereği toplam ceza değil sadece bir suçtan 5 yılı aşan sürede ceza alınması gerekliliği anlaşılmalıdır.
Söz konusu şartlar hekimlik mesleğine başlangıçta kabulde aranacağı gibi, hekimlik mesleğinin icrası süresince olumsuz şartın gerçekleşmemesi gereklidir. Yani başlangıçta var olan şartın sonradan ortadan kalkması durumunda, kişi hekimlik mesleğini yapamayacaktır.
II) Hekim Olmaya Engel Suçlar Nelerdir?
Yasal düzenleme gereği hekimliğe kabule engel ve men gerektiren katalog suçlar;
Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar (TCK madde 302-308),
Anayasal Düzene Karşı Suçlar (TCK madde 309-316),
Zimmet (TCK madde 247),
İrtikap (TCK madde 250),
Rüşvet (TCK madde 252),
Hırsızlık (TCK madde 141-142),
Dolandırıcılık (TCK madde 157-158),
Sahtecilik (TCK madde 197,199,202,204, 207),
Güveni Kötüye Kullanma (TCK madde 155),
Hileli İflas (TCK madde 161),
İhale Suçları (TCK madde 235-236),
Suçtan Kaynaklanan Malvarlığı Değerlerini Aklama (TCK madde 282),
Kaçakçılık Suçları (5607 sayılı yasa madde 3)
Silah Kaçakçılığı (6136 sayılı yasa madde 12),
Olarak çok geniş bir biçimde yer almaktadır.
Anayasa Mahkemesinin 25/02/2010 tarihli 2008/17 E 2010/44 K sayılı iptal kararı ile bazı suçlar yönüyle verilen iptal kararı ile katalog daraltılmıştır (milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, kamunun sağlığına karşı suçlar).
III) Anayasa Mahkemesinin Güncel Yorumu
Anayasa Mahkemesi, 17.11.2021 tarih 2018/28616 sayılı bireysel başvuru kararıyla son derece önemli bir hak ihlali yorumunda bulunmuştur. Bu nedenle kararı aşağıda özet olarak aktarmaktayız.
Başvurucu, göz hekimi olarak özel sektörde çalışmaktayken, finansal kiralama yoluyla edinilen tıbbi cihazların bedelini bankaya ödememiştir.
Bunun üzerine hakkında başlatılan ceza soruşturması ile açılan davada İstanbul 49. Asliye Ceza Mahkemesi, hekimi suçlu bularak “güveni kötüye kullanma/TCK madde 155” suçundan cezalandırmış ancak hapis cezasını ertelemiştir.
Kararda mahkeme, ayrıca takdir yetkisini kullanarak meslekten geçici olarak yasaklanmaya dair TCK madde 53/1-e hükmünün uygulanmamasına da karar vermiştir.
Ancak, hekimin 1219 sayılı yasa madde 28 de yer alan “hekimliğe engel” bir suçu işlemesi nedeniyle, İstanbul Fatih İlçe Sağlık Müdürlüğü tarafından çalışma belgesi iptal ediliştir.
Bu karara karşı hekim tarafından idari yargıda dava açılmıştır. İlk derece mahkemesi hekimin davasını kabul etse de, bir sonraki aşamada İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, hekimin 1219 sayılı yasa madde 28 de yer alan bir suç işlediğinden bahisle 1 gün dahi ceza almasının mesleği yerine getirmesine engel olduğu kabulüyle Sağlık Müdürlüğünün işlemini doğru bulmuştur.
Temyiz aşamasında Danıştay 15. Dairesi de aynı gerekçelerle işlemi hukuka uygun bulup hekimin davasının reddini onamıştır.
İdari yargı kararının kesinleşmesiyle konunun Anayasa Mahkemesine taşınmıştır. Burada, idari yargının 1219 sayılı yasada yer alan katalog suçlardan dolayı bir gün dahi ceza giyilmesi durumunda bu cezanın hekimliğe engel oluşturacağı şeklindeki yaklaşımı değerlendirilmiştir.
Anayasa Mahkemesi tarafından;
ceza hükmünün ertelenmesi ve cezanın infazıyla güvenlik tedbirlerinin de sona ereceği,
kamuda çalışanlarla özel sektörde çalışanların aynı şekilde değerlendirilemeyeceği,
böyle bir neticenin son çare olması gerektiği,
bir ceza mahkumiyetine bağlı olarak bir mesleğin süresiz biçimde yasaklanmasının adil olmadığı,
ayrıca orantısız olduğu,
bu şekilde bir uygulamanın toplumsal yararlara da aykırı olduğu,
İçtihat edilerek özel hayata saygı (Anayasa madde 20) ihlali olduğuna karar verilmiştir.
Söz konusu karar, 1219 sayılı yasanın orantısız sonuçlarının kabul edilemez olduğunu göstermesi son derece önemlidir.
Bu karar ayrıca, başvurucunun süreçte öldüğü ve mirasçıları tarafından takip beyanı verilmeyen bir dosya olmasına rağmen, ülke sathında hakların korunmasına hizmet edeceği değerlendirilerek, Anayasa Mahkemesinin istisnai bir yetkisini kullanarak karara bağladığı bir başvuru olması yönüyle de önemlidir.
*Kişinin mesleki geleceğini doğrudan ilgilendiren davalarda hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Anayasa Mahkemesi Kararları İçin; https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/28616
Ülkemiz, aktif fayların bulunduğu ve çoğunlukla 2. derece deprem kuşağında yer alan bir jeolojik yapıya sahiptir. Geçmişten günümüze bu coğrafyada, birçok deprem hadisesi yaşanmış ve maalesef acı tecrübelere sebep olmuştur.
Depremle yaşamayı öğrenmek zorunda olan bizlerin, alacağımız kısmi önlemlerle yıkıcı etkileri azaltması mümkündür. Depremde önceliğimiz can kayıpları olsa da, ekonomik yıkım baş edilmesi gereken diğer bir sorundur. Bu yazımızla, zorunlu deprem sigortaları hakkında kısa bilgilendirmeyle, şartlarını ve kapsamını vurgulamaktayız.
1-Zorunlu Deprem Sigortası Nedir?
Zorunlu deprem sigortası, bilinen adıyla DASK/ZDS poliçesiyle, deprem nedeniyle oluşan maddi zararların belirli oranda güvence altına alınmasıdır. 6305 sayılı Afet Sigortaları Kanunu madde 10 gereğince;
Kat Mülkiyeti Kanunu kapsamındaki bağımsız bölümler,
Tapuya kayıtlı ve özel mülkiyete tabi taşınmazlar üzerindeki meskenler,
Bu binaların içinde yer alan ve ticarethane, büro ve benzeri amaçlarla kullanılan bağımsız bölümler
Doğal afetler nedeniyle Devlet tarafından yaptırılan veya sağlanan kredi ile yapılan meskenler
Zorunlu deprem sigortasına tabidir.
Yasa gereği, bu yerlerde zorunlu deprem sigortasının yıllık olarak yenilenmesi mecburidir.
2-DASK/ ZDS Poliçesinin Kapsamına Neler Dahildir?
Zorunlu deprem sigortası, sadece hasar gören binaya gelen zararları kapsamaktadır.
Bina kavramına; temeller, ana duvarlar, bağımsız bölümleri ayıran ortak duvarlar, bahçe duvarları, istinat duvarları, tavan ve tabanlar, merdivenler, asansörler, sahanlıklar, koridorlar, çatılar, bacalar ve yapının benzer nitelikteki tamamlayıcı kısımlarında meydana gelenler dahildir.
Bu sigorta ile, depremin doğrudan neden olduğu maddi zararların yanında, deprem sonucu meydana gelen yangın, infilak, dev dalga (tsunami) veya yer kaymasının binalarda neden olacağı hasarlar da giderilmektedir (Zorunlu Deprem Sigortası Genel Şartları madde A/1).
3-Kapsam Dışı Yapılar Nelerdir?
Bazı binalar DASK/ZDS poliçesinden faydalanamamaktadır. Bu doğrultuda;
Kamu binaları,
Köy binaları
Ticari veya sınai amaçla kullanılan binalar,
Projesi bulunmayan ve mühendislik hizmeti görmemiş binalar,
Ağır hasarlı olduğu önceden tespit edilen binalar,
İmar ve projeye aykırı biçimde taşıyıcı sistemine müdahale edilen binalar,
Yıkım kararı verilen ve metruk binalar,
Kapsam dışıdır (Zorunlu Deprem Sigortası Genel Şartları madde A/2). Ayrıca bir bina için 2 defa DASK/ZDS poliçesi düzenlenemez.
4-Zorunlu Deprem Sigortasıyla Karşılanmayacak Zararlar Nelerdir?
Zorunlu deprem sigortası, oluşan tüm zararları değil, sadece bina zararlarını teminat altına almaktadır.
Zorunlu Deprem Sigortası Genel Şartları madde A/3; hangi kayıpların poliçe kapsamı dışında kaldığını belirlemiştir. Bunlar;
Enkaz kaldırma masrafları,
Kar kaybı, iş durması, kira mahrumiyeti, alternatif ikametgah ve işyeri masrafları, mali sorumluluklar ve benzeri dolaylı zararlar,
Her türlü taşınır mal, eşya ve benzerleri,
Ölüm dahil olmak üzere tüm bedeni zararlar,
Manevi tazminat talepleri,
Deprem ve deprem sonucu oluşan yangın, infilak, dev dalga (tsunami) veya yer kaymasının dışında kalan hasarlar,
Belirli bir deprem hadisesine bağlı olmaksızın binanın kendi kusur ve özellikleri nedeniyle zamanla oluşan zararlar,
Kapsam dışındadır. Yukarıdaki kalemler, zorunlu deprem sigortası ile karşılanmaz. Ancak bunların ayrı ve özel bir konut ya da can sigortası ile sigortalanmaları mümkündür.
Ayrıca DASK/ZDS poliçesi ile azami teminat limiti kabul edilmektedir. Bu açıdan 25.11.2022 itibariyle tüm yapılarda azami limit 640.000 TL olup bunu aşan zararlar ödenmemektedir.
5-Deprem Sonrası Ne Yapmalı?
Depremle birlikte DASK/ZDS poliçesinden faydalanmak adına yapılacaklar sırasıyla;
En geç 15 gün içerisinde doğrudan Doğal Afet Sigortaları Kurumu ya da poliçeyi düzenleyen sigorta şirketine bildirimde bulunulmalıdır (halihazırda bunun için alo 125 hattı, www.dask.gov.tr ve e-devlet üzerinden bildirim yapılabilmektedir) Ancak Doğal Afet Sigortaları Kurumu, başvurularda süre şartına bakılmayacağını ve süre geçmesine rağmen yapılacak tüm başvuruları değerlendireceğini basın yoluyla ilan etmiştir.
Bu bildirimde T.C. kimlik ve poliçe numarası, güncel tapu bilgileri, binanın açık adresi ve iletişim için telefon numarası yer almalıdır.
Kurum görevlilerinin veya yetkili kıldığı kimselerin, hasara uğrayan binalara makul amaçlarla ve uygun şekillerde girmesine ve zararı azaltmaya yönelik girişimlerde bulunmasına izin verilmelidir.
Kurumun isteği üzerine zarar miktarıyla delilleri saptamaya, rücu hakkının kullanılmasına yararlı ve sigorta ettiren için sağlanması mümkün gerekli bilgi ve belgeleri, gecikmeksizin iletmelidir.
Zararın tahmini miktarını belirtir yazılı bir bildirimi, makul ve uygun bir süre içinde kuruma veya poliçeyi düzenleyen sigorta şirketine iletilmelidir.
Sigortalı bina/yer üzerinde DASK/ZDS poliçesi dışında, deprem teminatı bulunan başkaca sigorta sözleşmeleri varsa bunlar kuruma bildirilmelidir.
6-Süreç Nasıl İşlemekte?
Oluşan zararın nedeni ve miktarı için öncelikle hasar incelemesi yapılacaktır. Bu işlemleri, kurumun görevlendirdiği hasar tespit görevlilerince yerine getirilir. Tespitler bir rapor halinde belirlenir.
Tazminat miktarının hesaplanmasında, depremin yaşandığı yerde ve tarihte, benzer yapıların özellikleri göz önünde bulundurulur. Binanın piyasa rayiçlerine göre hesaplanan yeniden yapım maliyeti esas alınır.
Bu şekilde tespit olunan tazminat, sigorta genel şartları gereği 1 ay içerisinde ödenecektir.
7- Diğer Durumlar
Belirlenen tazminat miktarı az bulunduğu ya da hiç ödeme yapılmadığı takdirde; ya Ticaret Mahkemelerinde dava ya da Sigorta Tahkim Komisyonuna başvuru ile eksik kısım talep edilebilecektir. Bu davalar, yıkılan/hasar gören davanın bulunduğu yerde görülür. Dava açmak için zamanaşımı 2 yıldır.
Tazminat ödemesi neticesinde karşılanmayan masraflar için varsa özel konut sigorta poliçesine başvurulabilir. Bu durumda DASK/ZDS ödemesi indirilerek, özel poliçenin şartlarına göre ödeme yapılacaktır.
Oluşan zararlardan ötürü, sorumlu müteahhit, fenni mesul ve yapı denetim sorumluları hakkında cezai ve hukuki sorumluluk hükümleri ile idari yargıda tam yargı davası açma hakları saklıdır.
*Sigorta ve diğer adli başvurularda hak kaybı yaşanmaması adına, belgelerin zamanında ve eksiksiz biçimde sunulması son derece önemlidir.
I) Özel Boşanma Sebepleri Nedir?
Özel boşanma sebepleri, evlilik birliği içerisinde yaşanan birtakım olaylara dayanan olguları ifade etmektedir. Böylelikle boşanma davası, belirli vakıalara dayandırılarak ispatına çalışılacaktır.
Türk hukukunda özel boşanma sebepleri zina, kötü muamele, suç işleme/haysiyetsiz hayat, terk ve akıl hastalığından ibarettir. Anılan sebeplerden zina, kötü muamele ve terk mutlak boşanma sebebi olup olguların ispatıyla kural olarak boşanma istisnaen ayrılık kararı sonucu doğuracaktır. Suç işleme/haysiyetsiz hayat ve akıl hastalığı halleri ise nispi boşanma sebebi olduğundan ayrıca bu durumun evlilik ve ortak yaşamı çekilmez hale getirmesi şartının gerçekleşmesi gerekecektir.
II) Zinaya Dayalı Boşanma Davası
Zina sözlükte, evli bir kişinin eşinden başkasıyla yaşadığı cinsel ilişkiyi tanımlamaktadır. Hukukumuzda aynı cinsten kişilerin ilişkileri başka bir özel boşanma sebebi olan haysiyetsiz hayat sürme içerisinde değerlendirilmektedir.
Zinaya dayalı boşanmaya karar verilebilmesi için en önemli koşul, yaşanan bir cinsel ilişkinin varlığı ve bunun kesin ya da güçlü delillerle ispatıdır. Bu boyuta ulaşmayan eylemler, sadakat yükümlülüğünün ihlali olarak genel boşanma sebebi içerisinde nazara alınacaktır.
Zina vakıasına rağmen aldatılan eş zina yapan eşi affederse bu sebebe bağlı olarak dava açılamaz. Aftan kasıt, zinadan sonra yapılan eylemin bağışlanmasıdır. Yargıtay’a göre zinadan önce böyle bir açıklama ya da eşler arasında anlaşma yapılması ahlaka aykırılığı nedeniyle geçersizdir. Af iradesi, açık bir beyanla yapılabileceği gibi zımni olarak da ortaya konulabilir, ancak zımni af anlamına gelen davranışın somut olay koşullarına göre değerlendirilmesi gerekecektir. Nitekim Yargıtay kararlarında; bazı durumlarda “önceki olayların affedildiği en azından hoşgörü ile karşılandığı, hoşgörülen ve affedilen olaylara dayanılarak boşanma karar verilemeyeceği” şablon gerekçesiyle af vakıası kabul edilmekte, bazı durumlarda ise af olarak öne sürülen olaylar bu nitelikte kabul görmemektedir.
Zinaya dayalı boşanma davası, aldatılan eşin bu durumu öğrenmesinden itibaren 6 ay ve her durumda zina olayının üzerinden 5 yıl geçmemesi şartlarıyla süreye bağlı olarak açılabilir.
III) Kötü Muameleye Bağlı Boşanma Davası
TMK madde 162 düzenlemesine göre kötü muamele farklı şekillerde tezahür etmekte olup bu minvalde;
İlk kötü muamele türü; hayata kasttır. Bu kavramdan, bir eşin diğerinin hayatına karşı gerçekleştirdiği her tür davranış anlaşılır. Ayrıca ceza hukuku sorumluluğu anlamında suç için gereken şartların varlığı tam olarak gerekmemektedir. Hayata kast eylemi, elverişsiz bir teşebbüsten ibaret olsa dahi boşanma gerekçesi oluşturacaktır. Önem arz eden, hayata kast iradesinin varlığıdır.
İkinci kötü muamele biçimi; pek kötü davranıştır. Pek kötü davranıştan, eşlerden birinin diğerine karşı uyguladığı haksız eylemler anlaşılacaktır. Yargıtay kararlarına göre doğrudan fiziksel şiddet kadar psikolojik şiddet ve sair davranış biçimleri de pek kötü davranış olarak kabul görmektedir.
Üçüncü kötü muamele biçimi ise; onur kırıcı davranıştır. Bu tür davranıştan, eşin kişiliği, saygınlığı ve onuruna yönelik her tür saldırı anlaşılmaktadır. Ancak bu tarz hareketlerin belirli yoğunlukta olması şarttır.
Bu sebebe dayalı boşanma davası açılabilmesi de, affedilmeme şartına bağlıdır. Yine kötü muameleye bağlı boşanma davası, öğrenmeden itibaren 6 ay ve her halde 5 yıllık dava zamanaşımı süresine tabidir.
IV) Suç İşleme ve Haysiyetsiz Hayata Bağlı Boşanma Davası
Eşlerden birinin küçük düşürücü bir suç işlemesi veya haysiyetsiz hayat sürmesi diğer eşe boşanma talep hakkı vermektedir. Ancak ön koşul olarak bu durumun yarattığı ortamın diğer eş için birlikte yaşamayı beklenemeyecek düzeye getirmesi şarttır.
Küçük düşürücü suç, Yargıtay uygulaması doğrultusunda hakim tarafından toplumda egemen olan ahlak anlayışı ile failin toplum nezdinde düşeceği güç durum dikkate alınmak suretiyle belirlenmelidir. Zira küçük düşürücü suçlar yasalarımızda sınırlı olarak sayılmamış, Anayasa madde 76/2 ve diğer bazı yasalarda yüz kızartıcı tanımlamasıyla örnek olarak bir kısmı belirtilmiştir. Bu minvalde; zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas, kasten adam öldürme, cinsel saldırı, cinsel taciz, uyuşturucu ticareti yapmak ve yağma suçları bu kapsamda değerlendirilebilir.
Bir diğer boşanma sebebi olan haysiyetsiz yaşam sürme ise, toplumun ahlak anlayışına ve değer yargılarına göre değişen bir özellik göstermektedir. Bu nedenle yargılamayı yapan hakim tarafından tarafların sosyal durumları dahil tüm koşullar nazara alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Her ne kadar anılan kavramın kesin sınırı belirlenememekte ise de; Yargıtay kararları doğrultusunda haysiyetsiz yaşamın evlilikten sonra sürdürülmesi ve belirli bir süre sergilenmesi gerekmektedir.
Her ne kadar bu özel boşanma sebebinde, özel bir dava açma süresi ve affa dair düzenleme yer almamakta ise de; haysiyetsiz yaşam sürme ve küçük düşürücü suç işleme nedeniyle boşanmada ortak yaşamın devam ettirilemeyecek seviyeye gelmesi şartı arandığından, affeden ya da yıllar sonra dava açan eşin durumu Yargıtay uygulaması gereği ortak yaşam şartı içerisinde değerlendirilmektedir.
V) Terk Edilmeye Bağlı Boşanma Davası
TMK madde 164 düzenlemesi kapsamında eşlerden birisinin terki özel boşanma sebepleri arasında yer almaktadır. Ancak bu sebeple dava açılması birçok şartı gerektirmekte olup;
Eşlerden birinin evlilik birliğinden doğan yükümlülükleri yerine getirmemek maksadıyla diğerini terk etmesi,
Terkin haklı bir nedene dayanmaması,
Bu durumun en az 6 ay süreyle devam etmesi,
Dön ihtarının sonuçsuz kalması,
Gerekmektedir.
Terk ihtarı, hakim veya noter marifetiyle terk eden eşe yapılan dön çağrısıdır. Bunun için eşe iki ay içerisinde eve dönmesi çağrısı yapılacak olup gerektiğinde bu ihtar ilanen de yapılabilir. Ancak, terk olgusu için gerekli sürede 4. ay bitmeden ihtar yapılamayacağı gibi ihtardan sonra 2 ay dolmadan da dava açılamaz.
Uygulamada Yargıtay, terkin şekli şartlarını titizlikle incelemekte ve bu şartları resen gözetmektedir. Ayrıca dön çağrısı yapan eşin ihtarında samimi olması ve bu kapsamda diğer eşin eve dönmesine uygun şartları sağlaması veyahut engellememesi gerekecektir.
Son olarak yasa gereği sadece terk eden eşin değil, ortak konutu terke zorlayan, örneğin evden kovan ya da eve girmesine müsaade etmeyen eşin de terk eden konumunda olduğu unutulmamalıdır.
VI) Akıl Hastalığına Bağlı Boşanma Davası
Akıl hastalığına bağlı boşanma sebebi, TMK madde 165 içerisinde düzenlenen son özel dava sebebidir. Bu gerekçeyle boşanma davası açılabilmesi için;
Eşlerden birinin akıl hastası olması,
Hastalığın geçmesine olanak bulunmadığının resmi sağlık kurulu raporuyla tespiti,
Bu durumun diğer eş için ortak hayatı çekilmez hale getirmesi,
Şartları birlikte aranır.
Eşlerden birinde mevcut aklı hastalığı, evlilik öncesinde mevcut olup TMK madde 145 kapsamında evlenmeye engel derecede bulunduğu hallerde açılacak dava, mutlak butlana dayalı evliliğin iptali davasıdır.
*Kişinin yaşamı ve medeni durumunu doğrudan ilgilendiren boşanma davalarında hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
I) Tutuklama Nedir?
Tutuklama; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) madde 100 ila 108 arasında düzenlenen bir koruma tedbiridir. Bu doğrultuda tutuklamanın varoluş sebebi;
Ceza soruşturması ve yargılaması safhalarında delillerin korunması suretiyle maddi hakikatin açığa çıkartılması,
Şüpheli ve sanığın kaçmasının önlenmesi suretiyle yargılama sonunda verilebilecek hürriyeti bağlayıcı cezanın yerine getirilebilmesini sağlanması,
Amaçlarından ibarettir. Belirtilen amaçlar dışında başkaca sebeplerle tutuklama kararı verilemez. Dolayısıyla cezanın öne çekilmesi yani peşinen cezalandırma, tedip, yargılamada kolaylık, yargılananlar başta kişilerin ifadesini etkileme, baskılama, infialin önlenmesi ve benzeri sair sebepler tutuklama gerekçesi yapılamaz.
Tutuklama tedbiri, iç hukukta Anayasa madde 19 ile güvence altına alınan “Kişi Hürriyeti ve Güvenliği” hakkı ile uluslararası alanda özellikle tarafı olduğumuz İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi madde 5 ile düzenlenen “Özgürlük ve Güvenlik” hakkına doğrudan müdahale etmektedir. Bahsedilen özgürlük ve güvenlik hakkı; yaşam hakkından sonra en üst düzeyde kabul gören çekirdek haklar arasında yer aldığından hakkın kısıtlanması sonucu doğuran tedbirin uygulanması yasa koyucu tarafından şekli birçok şarta bağlı tutulmuştur. Bu kapsamda sadece en ağır tedbir olan tutuklama ile sınırlı olarak değil, gözaltı, ifade için çağrılma ve hatta önleyici tutma-durdurma işlemlerinde dahi, anılan temel çekirdek hakkın gözetilmesi gerekmektedir.
II) Hangi Hallerde Tutuklama Verilebilir?
Tutuklama tedbiri, CMK madde 100’de sıkı şartlara tabi olarak düzenlenmiştir. Yasal düzenlemeye göre tutuklama kararı verilebilmesi için amaca uygunluğun yanı sıra aranan şartlar;
Kuvvetli suç şüphesini yani somut delillere dayanan ve yargılama sonucunda kişinin mahkum olma olasılığının yüksek olduğunu gösteren somut delillerin varlığı,
Tutuklama nedenlerinin varlığı olarak; Kaçma şüphesi; şüpheli/sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların varlığı,
Delilleri karartma şüphesi; şüpheli/sanığın davranışlarının delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme ya da tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunması şüphesi yaratması,
Tutuklama nedeninin varlığı karinesi; suçun CMK madde 100/3’de yer alan katalog suçlar arasında yer alması,
İşin önemi ile verilmesi muhtemel cezaya nazaran tedbirin orantılı/ölçülü olması,
Olarak düzenlenmiştir.
III) Bazı Önemli Suçlar
Tutuklama nedeninin varlığına karine oluşturan suçlar CMK madde 100/3’de sınırlı olarak sayılmış olup bu suçların listesi aşağıdadır:
Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar (TCK madde 76, 77, 78),
Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti (TCK madde 79, 80)
Kasten Öldürme (TCK madde 81, 82, 83),
Kasten yaralama (TCK madde 86/3-e ve 87),
İşkence (TCK madde 94, 95)
Cinsel Saldırı (TCK madde 102, ilk fıkra hariç),
Çocukların Cinsel İstismarı (TCK madde 103),
Hırsızlık (TCK madde 141, 142) ve Yağma (TCK madde 148, 149),
Uyuşturucu veya Uyarıcı Madde İmal ve Ticareti (TCK madde 188),
Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma (TCK madde 220, iki, yedi ve sekizinci fıkralar hariç),
Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar (TCK madde 302, 303, 304, 307, 308),
Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (TCK madde 309 ila 315),
Silah Kaçakçılığı ( 6136 sayılı yasa madde 12),
Bankacılık Zimmeti (4389 sayılı yasa madde 22/3-4),
Kaçakçılık Suçları (5607 sayılı yasa hapis cezasını gerektiren suçlar),
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasasına Muhalefet (2863 sayılı yasa madde 68 ve 74)
Kasten Orman Yakma Suçu (6831 sayılı yasa madde 110/4-5),
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasına Muhalefet ( 2911 sayılı yasa madde 33),
Terör Suçları (3713 sayılı yasa madde 7/3),
Katalog suçların varlığı halinde tutuklama nedenlerinin varlığı karine olarak kabul edilmekte olup bu suçlarda tutuklu yargılanma zorunlu değildir. Açık deyişle kural tutuksuz yargılanma olup “Masumiyet Karinesi” gereği tutuklama her halükarda ancak istisnai hallere özgüdür.
IV) Tutuklama Yasağı Olan Haller Nelerdir?
Tutuklama nedenlerinin varlığına rağmen yasa koyucu suç politikası gereği bazı suçlarda tutuklama yasağı öngörmektedir. Bu suçlar;
Sadece adli para cezasını gerektiren suçlar,
Üst sınırı 2 yıl ve altında hapis cezasını gerektiren suçlar (vücut dokunulmazlığına karşı kasten işlenen suçlar hariç; bu suçlar yasağın dışındadır) (12-15 yaş grubunda yer alan çocuklarda bu sınır 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu madde 21 gereği 5 yıldır).
Yasa koyucu bazı durumlarda, tedbirle umulan menfaatin farklı şekillerde elde edildiği durumlarda da tutuklama yasağı öngörmektedir. Bu kapsamda;
Bunlardan ilki; kaçak olan şüpheli/sanığa veya gaip olan sanığa CMK madde 246/1 kapsamında tutuklanmayacağına dair güvence belgesi verilmesidir. Böyle durumda şartlara uyan gaip ya da kaçak tutuklanamaz.
İkinci tutuklama engeli ise, tedbirle umulan menfaatin adli kontrol hükümleri ile sağlanabilmesi halidir. Böyle bir durumda tutuklama yerine CMK madde 109 kapsamında adli kontrol hükümleri uygulanacaktır. Ancak güvence belgesinden farklı olarak, adli kontrol hükümlerine başvurulması mutlak tutuklama yasağı değildir. Bununla birlikte, CMK madde 101/1; “mutlaka gerekçe gösterilir ve adlî kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukukî ve fiilî nedenlere yer verilir.” düzenlemesi takdir hakkını teorik olarak ciddi anlamda kısıtlamaktadır.
V) Tutuklamada Nasıl Bir Yol İzlenir?
Tutuklama tedbirine, soruşturma evresinde Cumhuriyet Savcısının istemi üzerine Sulh Ceza Hakimi, kovuşturma evresinde ise Cumhuriyet Savcısının istemiyle veya resen Mahkemece karar verilir. Dolayısıyla hakim kararı olmaksızın tutuklama kararı verilemez.
Tutuklamayı gerektiren bir suç işlendiği şüphesi üzerine, kişi gözaltına alınabileceği gibi doğrudan sorgu makamına sevki de yapılabilecektir. Bu durumda kişiye hakları bildirilecek ve belirlediği bir yakınına haber verilecektir. Ayrıca tutuklama talep edildiğinde, CMK madde 101/3 gereği müdafi avukat yardımı zorunludur.
Sorgulamayı yapan Sulh Ceza Hakimi veya kovuşturmada Mahkeme, tutuklama şartlarının oluştuğu yönünde kanaate varırsa bu yönde karar verebilecektir. Ancak gerek ilk tutuklama kararında gerekse tutuklamanın devamına dair ara kararlarda;
Kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların delilleriyle varlığı,
Hangi tutuklama nedenlerinin oluştuğuna dair açıklama,
Tedbirin orantılı olduğuna dair gerekçeler,
Adli kontrolün niçin yetersiz kalacağına dair hukuki ve fiili sebepler,
Somu delillerle ve gerekçelendirilerek açıkça yer alacaktır. Yine kararın tutuklanan kişiye açıklanması ve bir örneğinin verilmesi zorunludur. Aksi durumda Anayasa madde 19 ve 141/3 ihlali oluşacaktır.
Sorgu sonucunda tutuklama yönünde karar verilmediği halde kişi başkaca suçtan yakalaması bulunmadığı halde derhal serbest bırakılacaktır. Salıverme kararlarına karşı Cumhuriyet Savcısı ile yargılamada katılan sıfatını alanlar ve vekilleri itiraz edebilir.
Soruşturma aşamasında Cumhuriyet Savcısı, kovuşturmada ise Mahkeme tutukluluk halinin devamında fayda görmediği hallerde şüpheli veya sanığı resen serbest bırakabilir. Yine soruşturmanın takipsizlikle ve yargılamanın beraatle sonuçlandığı hallerde tutukluluk hali kendiliğinden son bulur.
VI) Tutukluluk Hali Ne Kadar Sürer?
Kişi hürriyetini doğrudan ilgilendiren tutuklama tedbiri, istisnai ve zorunlu hallere özgü olması nedeniyle birçok şarta tabi olmakla beraber ayrıca zamansal olarak da tavan süre uygulamasına tabidir. Bu doğrultuda CMK madde 102 gereği tutuklama sürelerine bakıldığında;
Ağır Ceza Mahkemesi görevine dahil olmayan suçlarda süre; soruşturma safhasında en çok 6 ay, kovuşturma safhasında ise en çok 1 yıl olup zorunlu hallerde 6 ay daha uzatılabilmesi mümkündür. (toplam maksimum süre 1 yıl 6 ay)
Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanacak suçlarda süre; soruşturma aşamasında en çok 1 yıl, kovuşturma aşamasında ise süre bu süre en çok 2 yıl olup zorunlu hallerde 3 yıl daha uzatılabilmesi mümkündür (toplam maksimum süre 5 yıl). Ancak 5237 sayılı TCK’da yer alan Devletin Güvenliğine, Anayasal Düzene, Milli Savunmaya ve Devlet Sırlarına Karşı suçlar ile 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki suçlarda; soruşturma aşamasında süre (ek olarak toplu suçlarda) en çok 1 yıl 6 ay olup 6 ay daha uzatma yapılabilir. Kovuşturma aşamasında ise uzatma süresi 5 yıl olarak uygulanır (toplam maksimum süre 7 yıl).
Yukarıdaki sürelere yetişkinler için düzenlenmiş olup 12-15 yaş aralığındaki birinci grup çocuklarda bu süreler yarı oranda, 15-18 yaş ikinci grup çocuklarda ise ¾ oranda uygulanacaktır.
Bu sürelerin aşılmasına rağmen hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunmaksızın kişinin tutulması, İ.H.A.S. madde 5 ve Anayasa madde 19/1 kapsamında doğrudan hak ihlali oluşturacaktır.
VII) Tutuklamaya İtiraz Nasıl Yapılır?
Tutuklama ve bunun devamına dair kararlara karşı tutuklanan kişi ve avukatı tarafından 7 gün içerisinde itiraz yasa yoluna başvurulabilecektir. Yine yasal temsilci ve eş de CMK madde 262 kapsamında tıpkı tutuklu gibi itiraz etme hakkı bulunmaktadır. Gerek ilk gerekse tutukluluğun devamı yönündeki her karar ayrı bir itiraz hakkı doğurmaktadır.
Yapılacak itirazı inceleyecek merciler ise;
Soruşturma aşamasında Sulh Ceza Hakimlikleri tarafından verilen kararlara karşı itiraz incelemeleri, 7331 sayılı yasa ile CMK’da yapılan değişiklik doğrultusunda 01.01.2022 tarihi itibariyle yargı çevresi içindeki Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi tarafından yapılacaktır. Eğer o yerde sulh ceza işlerine itirazı inceleyecek hakim tarafından bakılmakta ise, itiraz incelemesi Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı tarafından yapılacaktır.
Kovuşturma aşamasında Asliye Ceza Mahkemeleri tarafından verilen kararlara karşı itiraz, yargı çevresinde bulunan Ağır Ceza Mahkemesince yapılacaktır.
Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen kararlara itirazlar, aynı yerde birden fazla daire bulunan hallerde numara olarak kendisini izleyen daireye ve son numara için ilk daireye; aynı yerde tek daire bulunan hallerde ise en yakın Ağır Ceza Mahkemesi tarafından incelenecektir.
Yargılamanın her safhasında tutuklu şüpheli ve sanık ile onlar adına müdafi, salıverilme talebinde bulunabilecektir. Bu durumda istemi tutuklama kararını vermeye yetkili makam inceleyecektir. Kural olarak inceleme süresi 3 gün olup CMK madde 103/1-1 istisnası dışında örgülü suçlarda inceleme süresi 7 gündür. Bu yöndeki taleplerde duruşmalı incelemelerde Cumhuriyet Savcısı, tutuklu ve avukatının görüşü alınacaktır. Nihayetinde verilen kararlar da ayrıca itiraza tabidir. Dosyanın yasa yolu incelemesinde bulunduğu hallerde ise inceleme, ilgili İstinaf veya Yargıtay Dairesi ile duruma göre Yargıtay Ceza Genel Kurulundadır.
Anayasa Mahkemesi,6216 sayılı yasa madde 45/2; “ İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir” ve madde 47/3; “Başvuru dilekçesinde… başvuru yollarının tüketilmesine ilişkin aşamaların, başvuru yollarının tüketildiği, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarih ile varsa uğranılan zararın belirtilmesi gerekir” düzenlemeleri gereği bireysel bir başvuruyu incelerken öncelikle kanun yollarının tamamının tüketilmiş olup olmadığını değerlendirecektir. Bu konuda Mahkeme 13/06/2013 tarih 2013/2426 sayılı bireysel başvuru kararında; “…Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmak için ihlale neden olduğu iddia edilen işlem veya eylem için idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerekir. Temel hak ve özgürlüklere saygı, devletin tüm organlarının uyması gereken bir ilke olup bu ilkeye uygun davranılmadığı takdirde, ortaya çıkan ihlale karşı öncelikle yetkili idari mercilere ve derece mahkemelerine başvurulmalıdır. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, ikincil nitelikte bir kanun yoludur. Temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle genel yargı mercilerinde, olağan kanun yolları ile çözüme kavuşturulması esastır. Bireysel başvuru yoluna, iddia edilen hak ihlallerinin bu olağan denetim mekanizması içinde giderilememesi durumunda başvurulabilir (B. No: 2012/946, § 17, 18, 26/3/2013)…” kararıyla olağan başvuru yollarının tüketilmemesini kabul edilemezlik gerekçesi yapmıştır.
*Özgürlük hakkını doğrudan ilgilendiren tutuklama ve devamına dair kararlara karşı yapılacak başvuruların süre ve sair şartlara tabi olması nedeniyle hak kaybı yaşanmaması adına avukat tarafından takibi önem taşımaktadır.
**AYM kararı için; https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr
I) Genel Boşanma Sebepleri Nelerdir?
Genel boşanma sebepleri 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) madde 166/3 içerisinde yer almakta olup evlilik birliğinin temelinden sarsılması olarak kabul görmektedir. Böylelikle eşlerden ortak yaşamı sürdürmelerinin beklenilmesi mümkün görülmemekte ve evliliğin devamında bir menfaat kalmamaktadır.
Düzenleme kapsamda 3 farklı genel boşanma hali mevcut olup;
İlki evlilik birliğini temelden sarsan ve eşler arasındaki bağın yok olması sonucu birlikteliği çekilmez hale getiren olayların varlığıdır.
İkinci olarak şartları dahilinde anlaşmalı boşanma halidir.
Üçüncü olaraksa reddolunan bir boşanma davası sonucunda kararın kesinleşmesinden itibaren 3 yıl geçmesine rağmen tarafların bir araya gelemedikleri fiili ayrılık halidir.
Genel boşanma sebepleri nispi mahiyette olup anlaşmalı boşanma dışında hakim tarafından boşanmaya sebep gösterilen olayların evlilik birliğine ve ortak yaşamın sürdürülebilirliğine etkisi değerlendirilerek karar verilecektir.
II) Anlaşmalı Boşanmak Mümkün mü?
Anlaşmalı boşanma; aralarındaki evlilik birliğini sonlandırmak isteyen eşlere özgür iradeleriyle boşanma hakkının tanınmasıdır. Ancak, aile birliğinin Anayasa madde 41 kapsamında koruma altında olması ve toplum düzenine etkisi gereği yine de belirli şartlara bağlı olarak kabul edilen bir boşanma türüdür.
Anlaşmalı boşanmak isteyen eşler bizzat ya da avukatları aracılığıyla uygulamada anlaşmalı boşanma protokolü olarak adlandırılan belgeyle Aile Mahkemesine, bu mahkemenin bulunmadığı yerlerde ise Asliye Hukuk Mahkemesine başvurarak anlaşmalı boşanma talep edebilirler. Yine eşlerden birisi tarafından sunulan protokolün diğer eş tarafından hakim önünde kabulüyle de anlaşmalı boşanma mümkündür.
III) Kimler Anlaşmalı Boşanabilir?
Anlaşmalı boşanma yasal dayanağını, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) madde 166/3 düzenlemesinden almaktadır. Yasal düzenleme gereği anlaşmalı boşanma şartları;
Evliliğin en az 1 yıl sürmüş olması,
Eşlerin anlaşmalı boşanma yönündeki iradelerini birlikte başvurarak ya da diğerinin açtığı davayı kabul ederek ortaya koymaları,
Hakim tarafından anlaşmalı boşanma iradesinin tespiti adına tarafların dinlenilmesi,
Boşanmanın mali sonuçları ile varsa çocukların durumlarına ilişkin konularda tarafların anlaştıkları düzenlemenin hakim tarafından uygun bulunması,
Şartları birlikte aranır.
Anlaşmalı boşanma ile evlilik birliği temelinden sarsılmış olur ve böylelikle boşanma gerçekleşir.
IV) Anlaşmanın Konusu Neleri Kapsar?
Anlaşmalı boşanmada, eşlerin sadece boşanma iradelerini ortaya koymaları yeterli değildir. Boşanma talebiyle birlikte yan sonuçlarının da hakim onayına sunulması zorunludur. Bu doğrultuda;
Mali konularda maddi/manevi tazminat talepleri ve nafaka istemleri,
Çocuklar bakımından başta velayetin kime bırakılacağı ve diğer eşle kişisel ilişki olmak üzere çocuklar açısından iştirak nafakası,
Konularının sunulan protokolde yer alması gereklidir. Taraflar arasında belirtilen konularda anlaşmanın olmadığı hallerde hakim tarafından anlaşmalı boşanmaya hükmedilmesi mümkün değildir. Bu nedenlerle hazırlanacak protokolde anılan konuların ihtilafsız biçimde açıklığa kavuşturulması ve mutabık kalınması gerekecektir. Nitekim Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2014/16344 E 2015/169 K sayılı kararında; “Tarafların irade beyanları esas alınarak boşanmalarına karar verilebilmesi için, diğer şartların yanında boşanmanın mali sonuçları ile çocukların durumu hususunda tam olarak anlaşmış olmaları, hâkimin de taraflarca kabul edilen düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Tazminat haklarının saklı tutulması, bu husustaki ihtilafın devam ettiğini ve bu ihtilafın çözümünün ileriye bırakıldığını gösterir. Başka bir ifade ile “tazminat hakları saklı tutulmak” suretiyle anlaşmalı boşanma kararı verilemez. Bu husus nazara alınmadan “tazminat haklarının saklı tutulması” suretiyle Türk Medeni Kanununun 166/3 maddesi gereğince boşanma kararı verilmesi doğru bulunmamıştır. Taraflar boşanmanın mali sonuçları üzerinde anlaşamadıklarına göre, gösterdikleri deliller toplanarak davanın Türk Medeni Kanununun 166/1-2 maddesi çerçevesinde değerlendirilip, hâsıl olacak neticesine göre karar verilmesi gerekirken, bu yön nazara alınmadan hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.” İçtihadıyla aksi durumda anlaşmanın varlığından bahsedilemeyeceğine hükmetmiştir.
Protokolde yer alan anlaşma konuları hakim tarafından ayrıca onaylanmalıdır. Ancak, hakim tarafından onaylanmama hemen talebin reddi sonucu doğurmaz. TMK madde 166/3 gereği hakim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Yapılan değişiklikler eşler tarafından kabul edildiği takdirde ise boşanmaya hükmolunacaktır.
V) Açılan Davanın Türü Sonradan Değişebilir mi?
Tarafların anlaşmalı boşanma talebiyle başlattıkları süreç, hakim tarafından yapılan değişikliğin kabul görmemesi veyahut boşanmanın yan sonuçlarına dair verilen kararla ilgili bazı durumlarda çekişmeli hale dönüşebileceği gibi tarafların çekişmeli olarak açtıkları dava sonradan diğer şartların da mevcut bulunmasıyla anlaşmalı hale dönüşebilir.
Boşanma hususunda yapılan anlaşma, esasında bir sözleşme olduğundan 6098 sayılı Borçlar Kanunu düzenlemeleri gereği sözleşmenin geçersizliği sonucunu doğuran iradenin sakatlığına dair hata/hile/ikrah halleri anlaşmalı boşanmada da aynen geçerlidir. Ayrıca bir eşin, hüküm kesinleşmeden önce evvelki iradesinden vazgeçmesi de mümkündür. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2012/14467 E 2012/31520 K sayılı kararında; “Mahkemece; tarafların “boşanma ve fer’ilerinde anlaşmış olmalarına” dayanılarak Türk Medeni Kanununun 166/3. maddesi gereğince boşanmalarına karar verilmiş, kararı davacı temyiz etmiştir. Davacı temyiz dilekçesinde boşanma davasından feragat ettiğine ilişkin bir beyanda bulunmamakta, eşi tarafından tazminatsız ve nafakasız olarak boşanma konusunda kandırıldığını, ileri sürerek kararın bozulmasını istemektedir. Anlaşmalı boşanma yönünde oluşan karar kesinleşinceye kadar, davacının bu yöndeki irade beyanından dönmesini engelleyici yasal bir hüküm bulunmamaktadır. Böyle bir durumda davaya, çekişmeli olarak devam edilmesi, buna bağlı olarak taraflara delil göstermeleri için imkân tanınması, göstermeleri halinde delillerinin toplanması ve Türk Medeni Kanununun 166/1-2. maddesinde yer alan boşanma sebebinin gerçekleşip gerçekleşmediği saptanıp sonucuna göre karar verilmesi gerekir. Açıklanan yönde araştırma ve inceleme yapılmak üzere hükmün bozulması gerekmiştir.” İçtihadıyla bu durumu açıklığa kavuşturmuştur.
VI) Anlaşmalı Boşanmada Malların Tasfiyesi
Anlaşmalı boşanma talep eden eşlerin sundukları protokolde mal rejiminin tasfiyesi konularında anlaşmaları kendi takdirlerindedir. Eşlerin hkime sundukları anlaşmada mal rejiminin tasfiyesine ilişkin bir düzenleme yapmış olmaları durumunda, hakim tarafından paylaşma uygun görülürse bu yönde tasfiye ve paylaşım yapılacaktır. Eşler konuya ilişkin birbirlerinden talepte bulunmayacakları belirtmiş iseler, iradelerinin gerçek durumu yansıtıp yansıtmadığı hakim tarafından özellikle incelenecek ve uygun bulunma halinde sonradan eşler birbirlerinden talepte bulunamayacaktır.
Buna karşılık mal rejiminin tasfiyesine ilişkin genel bir feragatin bulunmadığı durumda, anlaşmalı boşanma kararının kesinleşmesinden sonra da eşlerin bu hususta birbirlerinden talepte bulunmaları mümkündür
*Kişinin yaşamı ve medeni durumunu doğrudan ilgilendiren boşanma davalarında hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
I) Miras Hakkı Nedir?
Miras hakkı, gerçek bir kişinin ölümüne bağlı olarak mirasçıların tereke üzerinde hak sahibi oldukları değerleri ifade eder. Mirasın konusu yalnızca ölenin haklarını değil, aynı zamanda borçlarını da içermektedir.
Türk hukukunda mirasçılık hakkı iki şekilde doğmaktadır;
İlki yasal mirasçılığı tanımlayan ve belirli yakınlığa bağlı olarak 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) madde 495 ila 500 arasında kabul edilen doğal mirasçılık türüdür. Bu kişiler arasında zümre sistemi geçerli olup paylaşım da mirasçının içinde bulunduğu zümreye ve bir üst zümrede mirasçı bulunup bulunmamasına göre yapılacaktır.
İkinci tür mirasçılık ise, ölenin sağlığında mirasçı olarak birisini belirlemesiyle oluşan atanmış mirasçılık durumudur.
Miras bırakan, her zaman gerçek bir kişidir. Tüzel kişilerde ölüm söz konusu olmadığından muris olamasalar da mirasçı olabilmeleri mümkündür.
II) Mirasın Konusu Nedir?
Miras bırakanın ancak belirli hakları mirasçılara intikal edecektir. Bu minvalde;
Mirasın konusu öncelikle intikale elverişli özel hukuk haklarını kapsamaktadır. İntikale elverişli olmayan şahsa sıkı sıkıya bağlı haklar ile kamusal haklar miras konusu yapılamaz.
Manevi tazminat istemleri, miras bırakan tarafından sağlığında ileri sürülmesi ve borçlunun kabul etmesi durumunda miras konusu olacaktır.
Borç ilişkisinden doğan haklar da miras yoluyla aktarılabilir. Bu kategorideki hakların hangi sebepten doğduğu önem taşımaz. Anılan hakların hukuki ilişki, sebepsiz zenginleşme ya da haksız fiilden kaynaklanması mümkündür.
Fikri mülkiyetten doğan haklar da mirasın konusunu oluşturacaktır.
Kişiye bağlı haklar kural olarak ölümle sona erse de istisnaen mirasçılar tarafından bu nitelikli talepleri içeren davaların mirasçılar tarafından sürdürülmesi mümkündür.
Mirasın konusu sadece mülkiyet değil aynı zamanda zilyetlik haklarını da içermektedir.
III) Mirasta Mal Paylaşımı Nasıl Yapılır?
Mirasçılar arasında zümre sistemi geçerli olup buna göre yakınlık derecesi esasına bağlı olarak bir sınıflandırma yapılmaktadır. Ayrıca her zümre kendi içerisinde miras bırakana yakınlığa göre derecelendirilmektedir. Zümre sistemi gereğince;
Miras bırakana daha yakın bir zümrede mirasçı mevcutken diğerleri pay alamaz. Bu sebeple örneğin çocuk varken kardeş mirasçı olamaz.
Zümre sistemi içerisinde daha yakın mirasçı bulunan hallerde aynı zümredeki diğer kişiler pay alamaz. Örneğin miras bırakanın çocuğu varken aynı kökteki bir torun mirasçı olamaz.
Kök içerisinde yer alan mirasçılar halefiyet yoluyla zümre başındakine ardıl olarak sıralanır.
Zümre sistemine göre mirasçılar altsoy, ana/baba, büyükanne/büyükbaba şeklinde sınıflandırılmıştır. Eğer ölenin hiçbir mirasçısı yoksa Devlet mirasçı olarak kabul edilecektir. Ancak Devletin mirasçılığı kendisine intikal eden haklarla sınırlı olup borçlardan tamamen sorumluluğu söz konusu değildir.
IV) Evlatlığın Mirasçılığı
Evlatlık ve onun altsoyu da aynen normal çocuklar gibi mirasçı olacaktır. Ancak evlat edinen kişi ve yakınları evlat edinene mirasçı olamazlar.
V) Sağ Kalan Eşin Mirasçılığı
Eş, miras bırakanın geride bıraktığı kan hısımlarının zümresine göre belirlenecektir. Buna göre;
Miras bırakanın altsoyu ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte biri,
Miras bırakanın ana ve baba zümresi ile birlikte mirasçı olursa, mirasın yarısı,
Miras bırakanın büyük ana ve büyük babaları ve onların çocukları ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte üçü, bunlar da yoksa mirasın tamamı,
Eşe kalır
VI) Mirasta Saklı Pay Nedir?
Bir kişinin sahip olduğu mallar üzerinde tasarruf yetkisine sahip olması kural olmakla birlikte, toplum düzeni adına yasa koyucu tarafından bu yetki mirasçılar yönüyle sınırlandırılmış olup saklı pay kavramı ile ifade edilmektedir. Böylelikle miras bırakanın tasarruf yetkisi, yasadaki oranlara göre kısıtlanmakta ve bunu aşan tasarruflarının iptali mümkün olmaktadır.
Yasaya göre saklı paylı mirasçılar ve oranlarına bakıldığında;
Altsoy için yasal miras payının yarısı,
Ana ve babadan her biri için yasal miras payının dörtte biri,
Sağ kalan eş için, altsoy veya ana ve baba zümresiyle birlikte mirasçı olması hâlinde yasal miras payının tamamı, diğer hâllerde yasal miras payının dörtte üçü.
Olarak belirlenmiştir.
VII) Peki Haklarınız İhlal Edildiyse?
Miras bırakanın tasarruf sınırlarını aşarak gerçekleştirdiği tasarruflara karşı mirasçılar tenkis davası yoluyla yasal haklarını kullanabilirler. Bu durumda ölenin gerek saklı payı aşan ölüme bağlı tasarrufları gerekse tenkise tabi sağlararası işlemlerinin iptali yoluna gidilebilecektir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2020/3146 E 2021/2915 K sayılı kararında göre; “Tenkis (indirim) davası, mirasbırakanın saklı payları zedeleyen ölüme bağlı veya sağlar arası kazandırmaların (bağış) yasal sınıra çekilmesini amaçlayan, öncesine etkili, yenilik doğurucu (inşai) davalardandır. Tenkis davasının dinlenebilmesi için öncelikli koşul; miras bırakanın ölüme bağlı veya sağlar arası bir kazandırma işlemi ile saklı pay sahiplerinin haklarını zedelemiş olmasıdır. Saklı payların zedelendiğinden söz edilmesi ise kazandırma konusu tereke ile kazandırma (temlik) dışı terekenin tümü ile bilinmesiyle mümkündür. Tereke mirasbırakanın ölüm tarihinde bırakmış olduğu malvarlığı kıymetleri ile iadeye ve tenkise tabi olarak yaptığı kazandırmalardır. Bunlar terekenin aktifini oluşturur. Miras bırakanın borçları, bakmakla yükümlü olduğu kişilerin 743 sayılı Kanun uygulanacaksa bir aylık 4721 sayılı Kanun uygulanacaksa üç aylık nafakası, terekenin defterinin tutulması, mühürlenmesi, cenaze masrafları gibi giderler de pasifidir. Aktiften belirtilen borçların indirilmesi net terekeyi oluşturur. Tereke bu şekilde tesbit edildikten sonra mirasın açıldığı tarihteki fiyatlara göre değerlendirilmesi yapılarak parasal olarak miktarının tespiti gerekir. (TMK m.565) Miras bırakanın TMK’nin 564. maddesinde belirlenen saklı paya tecavüz edip etmediği bulunan bu rakam üzerinden hesaplanır. Tasarruf oranı aşılmış ise tasarrufun niteliğine göre icap ederse kazandırma işleminde, saklı payları zedeleme kastının bulunup bulunmadığı objektif (nesnel) ve sübjektif (öznel) unsurlar dikkate alınarak belirlenmelidir. Zira tasarruf oranını aşan her kazandırmada saklı payları zedelenen kastının varlığından söz edilemez.” İçtihadı bu davanın niteliğini ortaya koymaktadır.
*Kişinin ekonomik yaşamını doğrudan ilgilendiren miras davalarında hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
I) Sağlık çalışanı tanımına kimler girmektedir?
Sağlık çalışanı denilince akla ilk gelen doktorlar ve hemşirelerdir. Ancak Sağlık Bakanlığının 20.10.2001 tarihli yönergesine göre; yardımcı personel olarak sağlık kuruluşlarında görev yapan diş hekimi, eczacı, tıbbi teknolog, sosyal çalışmacı, psikolog, diyetisyen, kimya ya da gıda mühendisi, laboratuvar görevlisi, röntgen teknisyeni, ebe, diş ve protez teknisyeni gibi çalışanlarda sağlıkçı kabul edilmektedir.
Sağlık çalışanlarına şiddetle ilgili olaraksa 3359 sayılı yasa ek madde 12’nin kaleme alınış biçimine göre hastanede görev yapan tüm görevliler (güvenlik görevlisi dahil), şiddete uğramaları halinde sağlık çalışanı olarak kabul edilecektir.
Sağlık çalışanlarının özel ya da kamuya ait yerde çalışması, şiddet olaylarıe karşısında durumlarını değiştirmemektedir. Çok sorulan soruya cevap olarak özel tıp merkezlerinde görev yapanların da yine aynı yasa gereği sağlık çalışanı olarak kabul edildiğini belirtiriz. Aynı zamanda bu kişiler Türk Ceza Kanunu uygulanırken kamu görevlisi sayılacaktır.
II) Şiddet nedir ?
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından şiddet; “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması durumu” olarak tanımlanmaktadır.
Uluslararası Çalışma Örgütü ise şiddeti; “çalışanların işyerine ulaşmaları da dahil olmak üzere işle ilgili durumlarda istismar ve tehdit edildikleri veya saldırıya uğradıkları, güvenliklerine, sağlıklarına veya esenliklerine açık veya örtülü tehdit oluşturan olaylar” olarak tanımlanmaktadır.
III) Sağlık çalışanına şiddet nedir ?
Sağlık çalışanları, meslekleri gereği zor şartlar ve yoğun stres altında çalışmaktadırlar. Örneğin delici-kesici alet yaralanmaları, enfeksiyon bulaşma riski, bedeni zorlayan mesai ve şartlar nedeniyle yaşanan bel ve sırt ile ilgili sorunlar, çeşitli alerji riskleri ve travmatik olaylara şahitlik etme bu zorlukların sadece bir kısmıdır.
Özellikle COVİD-19 pandemisiyle ortaya çıkan tabloda ise sağlık çalışanları, bir yandan hastaların tedavisi için fedakarca çalışmakta ancak kendi sağlıklarını da ciddi biçimde tehlikeye atmaktadırlar. Hatta riskin boyutları o denli büyüktür ki virüs tehdidi evleri ve ailelerini de yoğun biçimde etkilemiş ve süreçte ailelerinden/hayatlarından özveride bulunmaları gerekmiştir.
Tüm bunlara ek olarak bir de maalesef hasta ve yakınları tarafından uğranılan sözlü, fiziki ve psikolojik şiddet ile zaman zaman yaşanan cinsel saldırı/taciz olayları, zaten zor olan mesleğin yerine getirilmesini daha da güçleştirmektedir. Şiddet olaylarında mağdur görünürde söz konusu davranışa uğrayan kişi olmakla birlikte, bu tarz saldırılarda oluşan ortam, verilen zarar ve hizmetteki aksaklıklardan ötürü sağlık çalışanlarına şiddetin mağduru aslında tüm toplumdur.
IV)Sağlık çalışanlarına şiddeti önleyici yöntemler nelerdir?
Şiddet mağduru olarak özellikle son dönemde sağlık çalışanlarının sıklıkla mağdur edilmeleri Devleti çeşitli önlemler almaya sevk etmiştir. Bu doğrultuda artan şiddet olaylarının önünde geçilmesi adına Sağlık Bakanlığı tarafından tüm birimlerde Çalışan Sağlığı ve Güvenliği birimleri oluşturulmuştur. Aynı zamanda konuyla alakalı olarak yayımlanan genelgeyle.
Çalışan güvenliği komitesinin kurulması,
Çalışan güvenliği programının hazırlanması,
Çalışanlara yönelik şiddetin önlenmesi için düzenleme yapılması
Beyaz Kod uygulamasına geçilmesi,
Çalışanlara, çalışan güvenliği konularında eğitim verilmesi,
Gibi şiddeti önleyici ve güvenliği sağlamaya yönelik bir kısım kararlar alınmıştır.
Sağlık çalışanlarına yönelik hakaret, tehdit, alıkoyma, yaralama türünden birçok suç işlenmekte olup alınan tedbirlerle önlenmesine çalışılmaktadır.
V) Beyaz kod nedir ?
Beyaz Kod; sağlık çalışanlarına karşı şiddeti önlemeyi amaçlayan acil durum yönetim aracıdır. Hastane içi hattan 1111’i tuşlayarak veya 7/24 herhangi bir hattan “113” tuşlanılarak kolaylıkla beyaz kod verilebilir. Ayrıca bunun için www.beyazkod.saglik.gov.tr adresi de bulunmaktadır.
VI) Sağlık çalışanına karşı yapılan her sözlü / fiziksel saldırılar beyaz kod mudur ?
Öncelikle sağlık çalışanına karşı işlenilen suçun ağırlaştırıcı sebep sayılarak sanığa daha çok ceza verilebilmesi için, sağlık çalışanının görevini ifa ederken kendisine karşı suç işlenmesi gerekmektedir. Mesela trafikte herhangi bir yere giderken başka sürücüler ya da yayalarla veya komşusuyla olan sıkıntısı esnasında yaşadığı olay sebebiyle hakarete uğramış veya darp edilmişse, bu durumda normal vatandaş olarak şikayetçi olacaktır. Ancak görevini yaptığı esnada, hastanede, ambulansta veya dışarıda herhangi bir yerde hastaya müdahalede bulunduğu sırada uğradığı sözlü ve /veya fiziksel saldırı sağlık çalışanına şiddet sayılmakta ve beyaz kod uygulamasının kapsamına girmektedir.
VII)Beyaz kod verildikten sonra ne olur ?
Beyaz kod verilmesiyle öncelikle olayla ilgili tutanak tutulur ve bildirim yapılır. Bu şekilde oluşturulan kayıt sonrasında emniyet görevlileri, hem şiddete uğrayan çalışanı hem de tanıkları 3359 sayılı yasa gereği sağlık çalışanının bulunduğu hastanede dinler. Yani sağlık çalışanları büyük bir olay olmadıkça mağdur ya da tanık oldukları olaylarda ifade için karakola gitmek durumunda değildir. Mahkeme safhası ise bu özel hükmün dışındadır.
Ayrıca olaya dair kamera kayıtları var ise bunlar da temin edilir. Devamında ise şiddeti gerçekleştiren kişi yakalanarak savcılığa sevk edilir. Savcılık tarafından olayın vehametine göre gerekli görüldüğü hallerde bu kişinin tutuklanması amacıyla sulh ceza hakimliğine sevki sağlanır.
Olayın ilk aşaması bu şekilde tamamlandıktan sonra şiddeti gerçekleştirilen kişi hakkında savcılık iddianamesiyle kamu davası açılır ve ceza mahkemesinde yargılanarak ceza alması sağlanır.
VIII) Şiddete uğrayan sağlık çalışanı ne yapmalıdır ?
Öncelikle sözle veya fiziksel şiddet gören sağlık çalışanı beyaz kod verebilir. Beyaz kod sonrasında neler yapılacağını yukarıda belirtmiştik. Sağlık çalışanı şiddete uğradığı anda şikayetçi olmak zorunda değildir. Hasta yoğunlu sebebiyle veya ameliyata yetişmesi gerektiği sebebiyle o an için beyaz kod verememiş olabilir. Bu durumda uygun olduğu ilk fırsatta ister beyaz kod vermek suretiyle, ister bizzat savcılığa veya karakola başvurmak suretiyle şikayetçi olabilir. Burada önemli olan şikayete tabi suç işlenmişse şikayet zaman aşımı sürelerini kaçırmamaktır.
Yine şiddet mağduru çalışan beyaz kodu bizzat veremese de, beyaz kodun bir başka sağlık çalışanı aracılığıyla verilebilmesi de mümkündür.
IX)Sağlık çalışanlarına karşı hakaretin yaptırımı nedir ?
TCK madde 125’de yer alan hakaret suçu en sık karşılaşılan şiddet türüdür. Sağlık çalışanlarına karşı sarf edilen sövme ile şeref ve saygınlığı rencide edici tüm sözler bu suça sebebiyet verecektir. Sövme olarak değerlendirilecek sözlerin hakaret olduğu kuşkusuzdur. Ancak şeref ve saygınlığa yönelik söylenen sözün hakaret olup olmadığı zaman, yer ve duruma göre değişir. Örneğin sağlık çalışanına hitaben; “aklın yok”, “sahtekar”, “bir b.tan anlamıyorsun” şeklindeki sözler Yargıtay tarafından hakaret olarak kabul edilirken ” ne biçim doktorsun”, “Allah belanı versin”, “kaç yıllık doktorsun” gibi sözler hakaret olarak kabul edilmemektedir (Örnek olarak Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2014/2-328 E 2014/386 K) Her ne kadar bu söylemler Yargıtay tarafından hakaret sayılmasa da, sözlerin rencide edici olması sebebiyle, sağlık çalışanı manevi tazminat için Hukuk Mahkemelerinde tazminat davası açabilir.
Sağlık çalışanları kamu görevlisi sayıldığından, TCK madde 125 uygulanırken cezanın alt sınırı 1. fıkra gereği 3 ay değil 3. fıkra gereği en az 1 yıl olarak daha ağır biçimde belirlenecektir. Cezanın hapis ya da para cezası olarak belirlenmesi Mahkemenin takdirindedir.
X) Sağlık çalışanlarına karşı darp eylemlerinin yaptırımı nedir ?
Hakaretin ardından sağlık çalışanlarına yönelik işlenen en yoğun suç TCK madde 86’da yer alan yaralama suçlarıdır. Sağlık çalışanlarının doğrudan darp edildiği olayların sayısı maalesef azımsanmayacak derecededir. Bu anlamda, çalışanın vücut bütünlüğüne yönelik olarak sadece vurmak değil, aynı zamanda saçını çekmek, tırnaklamak, ısırmak, bir şey fırlatmak, iteklemek gibi davranışlar da Yargıtay tarafından suç olarak kabul edilmektedir ( Örnek olarak Yargıtay 3. Ceza Dairesi 2016/5218 E 2016/20633 K)
Bu suçun hapis mi yoksa adli para cezasıyla cezalandırılacağı ile bunun ağırlığı, oluşan yaralamanın niteliği ve ağırlığına göre farklılık göstermektedir.
XI)Sağlık çalışanlarını tehdit etmenin yaptırımı nedir?
Sağlık çalışanları ve hatta yakınlarına yönelik doğrudan bir eylemde bulunulacağı, örneğin “seni öldürürüm”, “kafanı kırarım” türünde sözler sarf edildiği durumda tehdit suçunun normal hali, “hastaneyi başına yıkarım”, “sen görürsün” gibi sözler söylendiğinde ise basit tehdit hali oluşacaktır (TCK madde 106) Basit tehditte, mağdura yönelik doğrudan zarar vereceği bildirilmemekte, ancak farklı biçimde dolaylı zarar verileceği tehdidinde bulunulmaktadır.
Suçun normal halinin cezası en az 6 ay en fazla 2 yıl hapis cezasıdır. Basit tehditte ise Mahkeme, 1 aydan 6 aya kadar hapis ya da para cezasına karar verebilir. (Örnek olarak Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2019/6154 E. 2021/29123 K)
XII) Sağlık çalışanlarına görevini yaptırmamak için direnmenin yaptırımı nedir?
Sağlık çalışanlarına karşı görevlerini engelleyici biçimde güç kullanan ya da tehditle engellemede bulunan kişiler TCK madde 265 gereği cezalandırılır. Böyle bir suç türünün kabul edilmesiyle amaçlanan kamu görev ve hizmetlerinin kesintisiz biçimde devamıdır. Bu kesintisiz devamlılığa en çok ihtiyaç duyulan alanlardan biri de şüphesiz sağlık sektörüdür. Görevi yaptırmamak için direnme suçunda aynı anda zor kullanma ve tehdit suçları da bulunduğundan, olayın tasnifinin adli makamlarca çok dikkatli bir şekilde yapılması gerekmektedir. Örneğin görevi yaptırmamak için direnme suçu işlenirken bir de sağlık çalışanı darp edilmişse, ve darp sonucunda meydana gelen yaralama neticesi itibariyle ağırsa, görevi yaptırmamak için direnme suçuna ek olarak yaralamadan da ceza verilir.
Direnme suçunun cezası 6 aydan 3 yıla hapis cezasıdır.
XIII) Sağlık çalışanlarına karşı işlenen cinsel suçlar nasıl cezalandırılır?
Sağlık çalışanlarına karşı zaman zaman karşılaşılan bu tür olaylarda, davranışı gerçekleştiren kişinin sağlık çalışanına karşı sergilediği davranışın boyutuna göre farklı ihtimaller ve yaptırım gerekmektedir.
Sağlık çalışanının vücut bütünlüğü ihlal edilerek dokunulan hallerde TCK madde 102/1 uygulanarak 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezasına hükmedilir. Dokunma sarkıntılı düzeyinde kaldığı halde ise suçun cezası 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıdır. Dokunmaksızın laf ya da bakışlarla yapılan tacizlerde ise TCK madde 105 uygulanarak 3 aydan 2 yıla hapis ya da para cezasına karar verilir.
XIV) Sağlık çalışanlarına karşı işlenilen suçlarda daha mı fazla ceza verilir?
Öncelik şunu belirtelim, sağlık çalışanlarına yönelik eylemlerde verilen cezalar, herhangi bir vatandaşa karşı işlenilen suçlardan daha ağır cezalandırılır. Sağlık çalışanları, 3359 sayılı yasa gereği Türk Ceza Kanunu anlamında kamu görevlisidir. Bu nedenle suçun mağdurunun kamu görevlisi olduğu durumlarda arttırım öngören hükümler devreye girecektir. Ayrıca 3359 sayılı yasa ek madde 12; sağlık çalışanlarına yönelik yaralama, tehdit, hakaret ve direnme suçlarında, Türk Ceza Kanunundaki yaptırıma ek olarak yarı oranda arttırım yapılacağını ve bu suçlardan verilen hapis cezalarının TCK madde 51’e göre ertelenemeyeceğini düzenlemektedir. Ayrıca belirtiriz ki, söz konusu düzenlemelerin eşitlik ilkesine aykırılığından bahisle yapılan iptal başvurusunda Anayasa Mahkemesi, 10.12.2021 tarih 33/21 sayılı norm denetimi kararında sağlık çalışanlarını korumaya yönelik düzenlemeleri anayasaya uygun bulmuş ve 12. maddenin kaldırılmasına yönelik yapılan başvuruyu reddetmiştir.
Sağlık çalışanlarına yönelik işlenen suçlarda ayrıca şiddeti gerçekleştirilen kişi ifade için çağrılmak yerine doğrudan yakalanacaktır. Darp olayları ise Ceza Muhakemesi Kanununda yer alan ve tutuklamayı gerektiren suçlar arasında yer almaktadır.
XV)Sağlık çalışanlarına karşı işlenilen suçlarda şikayet zaman aşımı var mıdır ? Varsa ne kadardır ?
Kanunumuzda her suç tipi için belli bir şikayet süresi düzenlenmiştir. Bununla birlikte bazı suçlar şikayete tabi değildir. Haydi sağlık çalışanlarına yönelik işlenilen suçların hangileri şikayete tabi, şikayet süreleri ne kadar bunları inceleyelim;
TCK madde 125 Hakaret suçu : Hakaret suçunun sağlık çalışanına karşı işlendiği hallerde suçun takibi madde 131/1 gereği şikayete tabi değildir. Yani mağdur şikayetçi olmasa ve hatta vazgeçse dahi yargılamaya devam olunur.
TCK madde 86 Kasten yaralama : Sağlık çalışanlarının darp edildiği hallerde de şikayet şartı gerekmemekte ve olayı öğrenen makamlar gereğini kendiliğinden yerine getirmektedir.
TCK madde 106 Tehdit; Tehdit suçunun sağlık çalışanının ya da yakınlarının vücut veya cinsel bütünlüğünü hedef alması durumunda şikayet şartı aranmaz. Ancak bu derecede olmayıp örneğin “sen görürsün” ya da “başına neler gelecek” nevinden daha düşük dereceli tehditler şikayete tabidir. Bu durumda şikayet hakkının 6 ay içinde kullanılması ve ilgili birime şikayetçi olduğuna dair beyan verilmesi yargılama şartıdır. Beyaz Kod girişi şikayet olarak kabul edilebilecek ve böylelikle suçun takibi yapılabilecektir.
TCK madde 102/1 ve 105 Cinsel Taciz; bu suçlarda da soruşturma ve yargılama, suç mağdurunun şikayetine tabi olup 6 aylık süre mevcuttur.
TCK madde 265 Görevi Yaptırmamak İçin Direnme; sağlık çalışanlarının görev yapmasını engelleyici biçimde darp ve tehdit yoluyla gerçekleştirilen direnme suçları, adli makamlarca kendiliğinden soruşturulur.
*Meslek yaşamı boyunca temel insan hakları ihlal edilenlerin yanında olmayı düstur edinen Av. Sinem Kara, sağlık çalışanlarına yönelik her şiddet olaylarında ilgili personelin yanındadır. Ofisimiz, her kademeden sağlık çalışanıyla uzun yıllardır hukukun her alanında çalışmaktadır. Süreçte edinilen izlenimler ve sağlık çalışanlarının bizzat şahit olunan özverili tavrı karşısında, toplumun devamı adına ne kadar önemli ve vazgeçilmez oldukları açık olup her tür hukuki konuda bilgi almak için ofisimizle iletişime geçebilirler.
I) Neden İkinci El Oto?
Cevabı çok basit; tamamen duygusal. Son dönemde artan döviz kurlarına bağlı olarak sıfır kilometre otomobil fiyatlarının fahiş rakamlara ulaşması sonucunda ikinci el otomobil piyasasına rağbet sürekli biçimde artmaktadır. Ancak ikinci el otomobil alımı dikkat ve uzmanlık gerektirmektedir. İkinci el otomobil alımlarında tereddüt edilen konuların başında, aracın motor ve mekanik arızasının bulunup bulunmadığı ve fiziki durum yani kaporta ekspertizi gelmektedir.
İkinci el araç piyasasında araç fiyatını belirleyen birçok etmen bulunmakla birlikte kuşkusuz aracın kaç yaşında ve kilometrede olduğu önemli bir değerlendirme kriteridir. İşte tam olarak bu noktada pazar payının büyüklüğü dolandırıcıların iştahını kabartmaktadır. Dolandırıcı tabiri bu tarz hareketlerin 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda (TCK) yer alan düzenlemelerdeki karşılığından ötürü kullanılmıştır.
II) Araç Kilometresi ile Oynandığı Nasıl Anlaşılır?
Araç kilometresi ile oynanıp oynanmadığının tespitinde ilk akla gelen alınacak aracın servis kayıtları ile TÜVTÜRK muayene kayıtlarından faydalanmaktır. Ancak yapılan değişikliğin tespiti o kadar da kolay değildir. Zira piyasada sıklıkla görülen bazı eski tip araçlarda kilometre sayaçları kendisini 100 bin kilometrede sıfırlamakta ve ayrıca araç muayenesinde kilometre ile oynandığı anlaşılsa dahi hafif kusur olarak kabul gören aracın muayenesi tamamlanmaktadır.
Araç kilometresi değiştirilirken farklı yöntemler denenmektedir. Eski tip araçlarda mekanik olan sayaca elle müdahale ya da sıfırdan sayaç takılması işlemleri basitçe yapılabilmektedir. Yeni tip elektronik sayaçlarda ise araç beynine müdahale ile kilometre oynaması yapılmaktadır. Her ne surette olursa olsun dolandırılmamak adına aracın uzman kişilere incelettirilmesi gerekecektir.
III) Ne Yapmalı?
Araçta yapılan oynamanın kim tarafından yapıldığı bilinmese de öncelikle kilometresi ile oynandığı sonradan anlaşılan bir aracı satın alan kişinin, yaptıracağı bağımsız ekspertiz incelemesiyle birlikte aracı satın aldığı kişi ya da şirkete başvurması gerekecektir. Zira hukuki anlamda böyle bir olay ayıplı ifa olarak kabul edilir ve talepler 2 yıllık zamanaşımına tabidir (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) madde 231/1, 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) madde 12/1). Ancak eğer aracı satan kişi ayıplı olarak devretmekte ağır kusurlu ise, iki yıllık zamanaşımı süresinden yararlanamayacaktır (TBK madde 231/2, TKHK madde 12/3).
IV) Kim Sorumlu?
Kilometresi ile oynanmış araç satımında sorumluluğun tespitinde konuyu hukuki ve cezai sorumluluk olarak ikiye ayırarak ele almak gerekecektir.
Hukuki ve maddi haklar yönüyle; böyle bir aracı satan satıcı ister aracın kilometresi ile oynandığını bilsin isterse bilmesin ve hatta kendisi de bir önceki araç maliki tarafından dolandırılmış olsun, bu satış işleminden ötürü sorumlu tutulacaktır. Zira sebep ne olursa olsun aracı son alan kişiye karşı gerçekleştirilen ayıplı bir ifa hali mevcuttur. Eğer satıcı kendisi de aynı şekilde dolandırıldığını düşünüyorsa aracı satın aldığı kişiye ve bu kişi dahi silsile yoluyla önceki maliklere pekala başvurabilecektir. Açık deyişle aracı son alan kişiye karşı sorumlu olan satıcının da uğradığı zarardan ötürü eski maliklere başvuru ve rücu hakları bulunmaktadır.
Cezai anlamda ise bu tarz eylemlerin TCK madde 157’de tanımlı dolandırıcılık suçuna vücut vereceğini ve bazı durumlarda satıcı ile alıcının arasındaki ilişkiye göre madde 158’de yer alan nitelikli hallerin dahi oluşacağını öncelikle belirtiriz. Dolandırıcılık suçu yüz kızartıcı ve yaptırımı ağır bir suç tipi olup nitelikli hali ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayı gerektirecektir.
Ancak Anayasa madde 38/7 ve TCK madde 20/1 gereği suç oluşturan eylemlerde sorumluluk şahsi olduğundan dolandırıcılık suçundan kamu davası sadece bu eylemi yapan kişiye yöneltilebilecektir. Bu açıdan eğer satıcı böyle bir olaydan haberdar değilse, yukarıda izah edildiği üzere hukuki sorumluluğu bulunsa da cezai anlamda sorumlu tutulması mümkün değildir. Ayrıca anılan suç tipinin sadece kasten işlenebilmesinden ötürü Anayasa madde 38/1 ve TCK madde 2/1 gereği yasallık ilkesi kapsamında satıcıya sırf dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık atfıyla cezai sorumluluk yüklenebilmesi de mümkün değildir.
V) Talep ve Dava Hakları Nelerdir?
Böyle bir olay nedeniyle ekonomik anlamda kayba uğrayan alıcıların seçimlik hakları mevcut olup bu minvalde;
1. Aracı iade ile sözleşmeden dönme ve müspet zarar,
2. Aracın kilometresi ile oynanmasından ötürü uğranılan zarar/ayıp oranında bedelde indirim yapılması,
3. Mümkün olduğu hallerde ayıpsız muadil ile değişim,
Hakları mevcuttur. Yargılamada hangi hakkın kullanılacağı davacı tarafa ait seçimlik bir haktır. Uygulamada ise aracın değeri ve ayıptan ötürü oluşan zarar/menfaat kaybı bilirkişiler marifetiyle belirlenmektedir.
“Davacı aracın ayıplı hali ile ayıpsız bedeli arasındaki farkı isteyebilir. Bu halde; mahkemece araç üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılarak, aracın ayıplı ve ayıpsız değeri belirlenmek suretiyle taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınmalı ve sonucuna uygun bir karar verilmelidir “(Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 2016/15908 E 2017/9366 K)
*Teknik ayrıntıları içeren bu tür davalarda hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
I) Boş Kağıt ya da Senet Sonradan Doldurulabilir mi?
Günümüz koşullarında boş bir kağıda ya da senede imza atmanın rizikolu olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Ancak günlük hayatta işler biraz farklı yürür ve risk alınır. Özellikle ticari işlerde imzalı boş senet verilmesi uygulamasına sıklıkla rastlanılmaktadır.
Böyle bir durumda karşılaşılacak en önemli sorun, her ne kadar boş bir kağıt/senet verilmişse de, ne şekilde doldurulacağı esasında kararlaştırılmış olmasına rağmen, bunun anlaşma hilafına doldurulmasından oluşmaktadır.
II) Rıza Dışı Doldurmak Nedir?
Boş kağıt/senet verilirken ne amaçla verildiği ve ileride doldurulacaksa bunun limitleri taraflarca kararlaştırılır. Böylelikle evrakı elinde bulunduranın bunu ne şekilde kullanacağının sınırları belirlenir. Bunun dışında cereyan eden ve imza atanı daha fazlasını ifaya zorlayan tüm davranışlar rıza dışı sayılacaktır.
İster basit beyaz bir kağıt olsun ister matbu senet formunda olsun, boş kağıdın imzalanması hukuken geçerli ve bağlayıcıdır. Böyle bir durumda kağıt/senedin sonradan anlaşma dışında doldurulduğu hukuk davası ya da icra safhasında iddia olunduğunda, bunun imza atan tarafından ispatı gerekecektir. Dolayısıyla boş bir kağıdı imzalarken iki kere düşünmek gerekir.
III) Bu Tür Davranış Suç mudur?
Elbette! Konu 5237 sayılı TCK madde 209’da açığa imzanın kötüye kullanılması suç tipi olarak düzenlenmiş ve cezai yaptırıma bağlanmıştır.
Ancak en başta belirtelim ki, bu suçun oluşumu için boş bir kağıdın bunu veren tarafından imzalanıp teslimi şarttır. Aksi durumda yani imza yoksa suç oluşmaz. İmza taklit ise bu durumda evrakın niteliğine göre doğrudan resmi ya da özel belgede sahtecilik suçu gündeme gelecektir.
TCK madde 209 düzenlemesine göre açığa imzanın kötüye kullanılması bunu gerçekleştirene göre iki farklı sonuca sebebiyet vermektedir ki;
İlki bizatihi kağıdı/senedi teslim alan kişinin bu yönde davranışıdır. Burada kağıdı/senedi teslim alan, içeriğini kendisine verilme nedeninden farklı biçimde doldurmaktadır. Suçun oluşumu için anılan kağıdın kullanılması dahi gerekmez. Söz konusu rıza dışı doldurma tamamen olabileceği gibi kısmi de olabilir. Belirtilen farklılık çeşitli şekillerde gündeme gelebilecektir. En sık karşılaşılan örnek bedelin fazla yazılması olsa da, boş kağıdı imza eden aleyhinde sonuç doğuracak diğer davranışlarla da bu suç işlenebilecektir (vade kısaltımı, faiz eklenimi vb). Bu şekilde işlenen suçun 6 aylık şikayet süresine tabi olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
İkinci durumda ise böyle bir kağıt/senedin 3. kişilerce doldurulması halidir. Ancak bunun için söz konusu kağıdın hukuka aykırı biçimde ele geçirilmesi gerekecektir. Böyle bir durumda bunu yapan, kağıdın/senedin vasfına göre resmi ya da özel belge sahtecilik suçundan cezalandırılır. Dolayısıyla eğer özel bir belge ise ayrıca kullanılması şarttır. Suçun takibi için şikayet şartı aranmaz.
IV) Yargıtay Ne Diyor?
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu, 2797 sayılı Yargıtay Kanunu madde 45 gereği bağlayıcı olan 24.03.1989 tarih 1988/1 1989/2 sayılı içtihadı birleştirme kararında; açığa imzanın kötüye kullanılması suçunda imzanın kötüye kullanıldığının ispatı için özel hukuk ispat kurallarına atıfla istisnalar hariç yazılı delille kötüye kullanma olgusunun ortaya konulmasını aramaktadır. Anılan İBK kararı özel dairelerce de uygulanagelmektedir ( “…boş senedin anlaşmaya aykırı doldurulduğunun yazılı delille ispatının zorunlu olduğu, tüm dosya kapsamına göre katılan tarafından sunulan bir yazılı delil bulunmadığı gibi yazılı delil başlangıcı kabul edilebilecek bir delilin de sunulmaması karşısında; sanığın üzerine atılı suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı anlaşılmakla, beraatine hükmedilmesi gerektiği…” 11. Ceza Dairesi 2019/8710 E 2021/9346).
Söz konusu yaklaşım, ceza yargılamasında serbest değerlendirme ilkesini zedelediği ve suç mağdurları için böyle bir ispatın güçlüğüne binaen maddeyi uygulanamaz kıldığı gerekçesiyle eleştirilmekle birlikte, boş kağıdı imzalamak isteyen kişilerin rıza dışı doldurma iddialarını ispatta karşılaşacakları güçlüğün altını çizmekteyiz.
*Benzer senetlerden dolayı hukuk, icra ya da ceza davalarında hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.
**Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr
Uzun uğraşlar sonucu tam size göre olduğunu düşünerek kiraladığınız evinizden, ev sahibi tarafından fahiş kira talebi, kirayı ödemediğiniz ya da Almanya’dan gelen torunu bahaneleriyle aniden çıkartılmaya çalışıyorsanız, aşağıdaki soru cevaplara göz atmanızı tavsiye ederiz.
1-Ev sahibi kira bedelini istediği gibi belirleyebilir mi?
Tabi ki hayır. Sözleşmelerde temel prensip ahde vefa yani anlaşmaya varılan koşullarda sözleşmenin devam ettirilmesidir. Dolayısıyla kira artışında öncelikle sözleşmede ne oranda artış yapılmasına karar verildiğine bakılacak ve uygulanacaktır. Yani tarafların anlaştıkları şekilde artış istenilmesi mümkün olup tek taraflı olarak kira bedeli belirlenmesi gibi bir usul yoktur.
Ancak yine de kira artış bedeli sözleşmede belirlenirken, kiracıların korunması adına bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişim oranının geçilemeyecektir. Bu sebeple bunu aşan oranda kira artışının sözleşmeyle dahi yapılamayacağı unutulmamalıdır.
2-Sözleşmede bu yönde hüküm yoksa?
Eğer kira sözleşmesi yapılırken herhangi bir artış bedeli belirlenmediyse enflasyon nedeniyle kira artışı ancak o yılki TÜFE verilerini aşmayacak biçimde belirlenebilecektir.
Ancak bu konuda 1 Temmuz 2023’e kadar yapılacak artışlarda en fazla %25 artış yapılabileceğini kabul eden son yasal düzenleme de unutulmamalıdır.
3-Peki kira süresi 5 yılı aştıysa nasıl bir yol izlenecek?
Bu durumda, adil bir denge sağlanması adına ev sahibinin kira tespit davası yoluyla daha fazla oranda artış talep hakkı bulunmaktadır.
Ancak Türk Borçlar Kanunu madde 345’e göre hakim tarafından TÜFE verileri, taşınmazın durumu, emsal bedeller ve hakkaniyet göz önüne alınarak değerlendirme yapılacaktır. Böyle bir durumda uygulamada yapılan eski kiracı hakkaniyet indirimini de unutmamak gerek (%20’ye kadar)
4-Ekstra masraflardan sorumlu muyum?
Türk Borçlar Kanunu madde 346 açık biçimde kira bedeli ve kiralananın kullanımıyla ilgili yan giderler haricinde kiracıya başkaca yükümlülük yüklenemez. Hatta zamanında ödenmeyen kira bedeline ek ceza ya da ilerili kiraların istenebilir hale geleceğine dair anlaşma yapılsa dahi yasaya göre hükümsüzdür.
Yine kiralananla ilgili zorunlu sigorta, vergi ve benzeri yükümlülüklere, aksi kararlaştırılmamış veya kanunda öngörülmemiş ise, ev sahibi katlanır (Türk Borçlar Kanunu madde 302)
5-Ev sahibi güvence isterse?
Ev sahibinin kiracıdan talep edebileceği en fazla güvence bedeli yani depozito 3 aylık kira bedeli kadardır.
6-Kirayı veya yan giderleri ödeyemezsem?
Böyle bir durumda ev sahibi, kiracıya yazılı olarak bir süre verip bu sürede de ifa etmeme durumunda sözleşmeyi feshedeceğini bildirebilir. Kiracıya verilecek süre en az 30 gün olup kiracıya yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren süre işlemeye başlar.
7-Üst kattan su sızıyor, ev sahibine bildirdim ancak ilgilenmedi!
Bu ve benzeri durumlarda, yani evin kullanılmasına engel bir ayıp hali mevcut olduğu durumda ev sahibinin masrafları kendine ait olarak söz konusu tamiratı yaptırması gerekecektir.
Ev sahibinin ilgilenmediği ve hatta karşı çıktığı durumda ise, kiracı Türk Borçlar Kanunu madde 306 gereği söz konusu tadilatı bizzat yaptırıp kira bedelinden masrafları düşecektir.
8-Süre bitiminde evi boşaltmazsam?
Türk Borçlar Kanunu madde 347 ile kiracıların sürekli yer değiştirmesinin önlenmesi adına getirilen koruyucu hükme göre; kiracı, belirli süreli sözleşmelerin süresinin bitiminden en az 15 gün önce bildirimde bulunmadıkça, sözleşme aynı koşullarla 1 yıl için uzatılmış sayılır. Kiraya veren, sözleşme süresinin bitimine dayanarak sözleşmeyi sona erdiremez. Yani süre sonunda evi boşaltıp boşaltmamak kiracının takdirindedir.
Ev sahibi ise ancak, 10 yıllık uzama süresi sonunda bu süreyi izleyen her uzama yılının bitiminden en az 3 ay önce bildirimde bulunmak koşuluyla sözleşmeye son verebilir. Belirlenen süre sonunda ev sahibinin herhangi sebep ileri sürmesi gerekmez.
9- Özenle kullanma yükümlülüğüne dikkat!
Yasa koyucu, her ne kadar kiracıların dezavantajlı olduğunu düşünerek kiracıları korumakta ise de bunun en önemli istisnai kiracının evi özen ve saygıyla kullanma zorunluluğudur. Yasaya göre kiracı, kiraladığı yeri sözleşmeye uygun olarak özenle kullanmak ve kiralananın bulunduğu taşınmazda oturan kişiler ile komşulara gerekli saygıyı göstermekle yükümlüdür.
Kiracının bu yükümlülüğüne aykırı davranması durumunda ev sahibi en az 30 gün süre vererek, aykırılığın giderilmesi, aksi takdirde sözleşmeyi feshedeceği konusunda yazılı bir ihtarda bulunur.
Ancak kiracının kiralanana kasten ağır bir zarar vermesi, kiracıya verilecek sürenin yararsız olacağının anlaşılması veya kiracının bu yükümlülüğe aykırı davranışının ev sahibi veya aynı taşınmazda oturan kişiler ile komşular bakımından çekilmez olması durumlarında süre aranmaksızın yazılı bir bildirimle sözleşme derhal feshedilebilir.
10- Eyvah, ev sahibinin oğlu evleniyor!
Uygulamada en sık ihtilaf yaşanan konuların başında, kira sonrası ev sahibinin ya da ailesinin konut ihtiyacı içinde olması ya da olduğunu bildirmesidir.
Böyle bir durumda; ev sahibinin kendisi, eşi, çocuğu/torunu, anne/babası ve hatta büyükanne/büyükbabası veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa, fesih ihbar sürelerine uyularak 1 ay içinde açılacak dava ile tahliyeyi isteyebilir.
Ancak, bu imkanın kötüye kullanım ihtimali nedeniyle bu maddeden faydalanılması için ihtiyacın samimi ve gerçek olup olmadığı titizlikle araştırılacaktır. Bu bağlamda gerçekten ihtiyacın bulunup bulunmadığı, öne sürülen iş/okul/vb değişimlerin başlangıçta bulunup bulunmadığı ve gerçekliği, ev sahibinin aynı türden başkaca konutu bulunup bulunmadığı ve fesih ihbar sürelerine uyulup uyulmadığı değerlendirilecektir.
11- Evde büyük bir tadilat yapılacaksa?
Oturulan evin yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekli ve bu işler sırasında kiralananın kullanımı imkansız ise de evin boşaltılması gündeme gelecektir. Ancak bu halde de yukarıdaki şartlar geçerlidir.
12- Oturduğum ev satıldı ne yapacağım?
Bu durumda, kira sözleşmesi aynı koşullarda yeni ev sahibi ile devam ettirilecektir. Ancak yeni ev sahibi; kendisi, eşi ve yukarıda belirtilen kişiler yönüyle gereksinim sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa evin tahliyesini isteyebilir.
Yeni ev sahibi, ister evi satın alma tarihinden 1 ay içinde durumu kiracıya yazılı bildirip 6 ay sonra açacağı bir davayla, veyahut sözleşme süresinin bitiminden itibaren 1 ay içinde açacağı bir davayla hakkını kullanabilecektir.
*Gereksinim nedeniyle tahliye sonrasında Türk Borçlar Kanunu madde 355 gereği 3 yıl süreyle taşınmazın başkasına kiralanması yasak olup tazminat sorumluluğu doğurmaktadır. Ancak bunun için tahliyenin dava yoluyla gerçekleşimi şarttır (“…Davalı kiraya veren gereksinim, yeniden inşaa ve imar amacıyla bir tahliye davası açmamıştır. Davacı kiracı taşınmazı bir yargı kararı veya icra marifetiyle tahliye etmemiştir. Bu durumda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 355. maddesi uyarınca tazminat koşulları oluşmamıştır…”; Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2017/4122 E 2019/282 K) (Yargıtay kararları için; https://karararama.yargitay.gov.tr)
**Gerek düzenlenmesi gerekse uygulanması yönüyle hukuki kaidelerin tam olarak bilinmesi gereken kiralanan taşınmazdan kaynaklı davalarda hak kaybı yaşanmaması adına konusunda uzman bir avukat tarafından dava takibi önem taşımaktadır.